31 Ocak 2015 Cumartesi

kargamitolojisi


Karga


yuvasını

ağacın gövdesine

yaparsa

kış

uzun sürecek

demektir.

[Hint Mitolojisinden]

28 Ocak 2015 Çarşamba

çok pis bir hikaye

Dün Yaşar Kemal'in Pis Hikaye'sini okudum. Tatil filan derken daha az kitap okunuyor bence. Daha çok oyalanma, daha çok uyku, daha çok tembellik, daha çok peynir, daha çok rakı.
Böyleyken kanadım uyuşukça gitti kitaba.
İlk sayfayı, nasıl olsa bırakırım okumam, sonra devam ederim hisleriyle açtım. Sonra bir de baktım ki bitivermiş hikaye.
Adı üstünde, pis bir hikayeydi Pis Hikaye.
Ne kadar zalimiz,
ne kadar güçlüyüz,
ne kadar çaresiziz,
ne kadar korkağız,
ne kadar Kargayız,
ne kadar tilkiyiz
ne kadar egoistiz,
ne kadar yürekliyiz,
ne kadar kaçarız,
nereye kadar gideriz?
Ve daha bir sürü şey şu kısacık Çukurova hikayesinde; Zalim Çukurova...

Taşın içine sıkışmış iki damla su gibiydi, diye tasvir edeyim hikayeyi; çıkar kurtulurum zannedersin çıkamazsın, buharlaşır giderim diye umarsın, buharlaşamazsın.

Öyle kalırsın... Kısacık bir eser için daha fazlasını da yazarım hatta kendisinden de uzun yazarım, bir Çukurova kainatı bunu yazdırmaya müsait. Ama ne gerek var... Bulunur ve okunur.

Yaşar Kemal: Tanrı Yazar... sonsuza kadar okunur.

24 Ocak 2015 Cumartesi

kapı eşiği

Avluda çamaşır ipleri gerili, bir ağaçtan bir ağaca. 
Bir adam rakısından alıyor.
Bir kadın merdivenlerden iniyor. 
Bahçenin ortalarından köpek sesleri geliyor. 
Merdivenin altında uyuklayan köpek kulaklarını dikiyor; 
ama kalkmaya niyetli değil. 
Bir rüzgar sofadan avludan geçiyor. 
İpleri sallıyor, ağaçlar arasında yitip gidiyor.
Elektrik yeni gelmiş. 
Sokak lambaları henüz yok.
Sofada sarı bir ışık, büyük odada… 
Mutfakta gaz lambası, radyoda hüzünlü bir şarkı… 
Bu yeni yeni anladım. Belki anlar gibi oldum.

Şimdi sokak lambaları...
Tulumbanın yerinde bir musluk… 
Gaz lambaları hiç yok. 
Köpek sesleri yine duyuluyor ya, uyuklayan köpek çoktan ölmüş.
Çamaşırlar dama asılıyor. 
Televizyonda açılış cıngılı…
Her şey darmadağınık. 
Art arda anımsadığım bunlar, bir kapının eşiğinde. 
Nasıl bir hikaye bu; sarı ışık, mahzun şarkı…
ölmüş köpek… dut ağacı…

22 Ocak 2015 Perşembe

zeytin'e güzelleme

önce zeytin ağacı vardı
sonra dağlar oldu tepeler çıktı göller doğdu
zeytin ağacı zaten vardı
evrilirken kuş
mırlarken kedi kabuklanırken böcek rakının yanında balık
efkarlanırken insan
orada duruyordu nuh'tan evvel de vardı binlercesi
sonra ovalar oldu vadiler rüzgarlı bayır
asma bahçeleri de vardı efendimiz dionyzos turuncu ilah
şu koca oyun tanrısı
zeus bile sonra idi morpheus demeter afrodit en son hades geldi
sonra bağbozumu oldu şenlikler
meşe gürgen çınar sedir
servi çam hep zeytin'den sonra geldi
ki şuracıktaydı kendisi
aşk ölüm neşe keder kağıt kalem mühür
mürekkep de sonra geldi sonra geldi

önce zeytin ağacı vardı
ötekiler sonra geldi

-karga-

21 Ocak 2015 Çarşamba

zeytin incir ve üzüm

defneyaprakları serptiler üzerine
kuru zeytin dallarından taçlar yaptılar 
aşk, kendini vurmuş bir keder
başına taktılar
kaçak rakı yapıldı
birinden de şarap
çoktan kurudu zeytinlik
ayak uçlarına döküldü şarap
keder, yolunu kaybetmiş bir ölüm
çok aradılar
temiz bir gömlek giydim yollara düştüm
iki tek rakı, birkaç sigara
yani tütün, rüzgar ve dağlar
yalnız bırakmadılar

20 Ocak 2015 Salı

şiir diyelim

Sanatın en asi çocuğu mu şiir?

Asidir kelimenin tam anlamıyla, ele avuca sığmaz. Anladım, dediğiniz anda belleğinizde üç beş kırık söz görürsünüz; imge, mecaz, benzetme, kelime oyunu, sığlıklar keşmekeşinde heder olmuş gitmiş. Siz onu seversiniz de o sevildiğini bilmeyebilir, incinirsiniz. Sadece bilginin, görgünün veya yeteneğin algılamasıyla görünür olan bir şey de değil. Bir his… Bir bilinç… Ne bileyim, şiirin ne olduğunu çözebilseydim, yazardım en güzel şiirleri…

Lakin şiirin ne olmadığını çözebiliriz.

Çok uzun bir zamandır “iğdiş edilmiş” bir bilinç ile yaşıyoruz. Bu iğdiş edilmişlik tekilden çoğula her bir noktada dikilmiş gözlerimizin içine bakıyor. En basit ticari ilişkilerden en görkemli ihalelere kadar. Basit bir reklâm filminden anlı şanlı sinemacıların eserlerine kadar… Örneğin; TV’de 1 Mayıs tartışmalarını dinleyen bir “okumuş” şöyle diyebiliyordu: “Tatil işte 1 Mayıs, daha ne Taksim diye tutturuyorsunuz!”

Bir süreç bu… Burada bir şiir yazmadığım için de rahatlıkla yapabilirim şu benzetmeyi, bu iğdiş edilmiş bilinç bir çığ olmuş yuvarlanıyor, üzerimize üzerimize geliyor. Gelmeye devam da edecek. Bundan hayatımızın her bir unsuru kısmetine düşeni de hali hazırda alıyor almaya da devam edecek. Bunları söylemek için Nostradamus olmaya gerek yok, işte bir iki şiir okumak da yeter vaziyeti görmek için.

Sanatın kendisi her duruma müsait bir şey midir? Böyleyse de bu müsaitliğin kendi evreni içinde birtakım kuralları yok mudur, en azından nefsi müdafaa için. Bir atmosferi, yerçekimi, fotosentezi… Yani gayet olağan, alıştığımız, özünü anlamasak da hayatımızı sürdürebilmemiz için olmazsa olmaz şeyler… Sanat için de yok mudur?

Hakikaten asi bir şey şiir, kelimenin tam anlamıyla ele avuca sığmaz. 
Hiçbir sokak kavgasını kaybetmemiştir. 
Eski kabadayılardandır da. 
Nicelerinin gönlünde taht kurmuştur. 
Bazen İnce Memed’dir. 
Haksızlığa gelemez. 
Kiminde Zapata gibi herkesin vicdanı olur, 
Dadaloğlu’dur bre; “ferman padişahınsa...” diyerek. 
Ama en güzel, güzeller güzeli bir güzeldir de… 
Aşkından elimize sigaralar bastığımız. 
Asidir, tabiatı öyledir, 
asileştirir haliyle.

Gadre uğradığında da hesabını zaman soracaktır…

19 Ocak 2015 Pazartesi

ağzı çiçekli adam

"Ölüm, garip, iğrenç, korkunç bir böcek olsa 
ve yoldan geçen birinin yakasına konsa... 
Siz de onu görseniz. 
Yolda durup: 
“Affedersiniz, müsaade eder misiniz? 
Yolunuzu kestim ama üzerinize ölüm konmuş” demez misiniz? 
Şöyle iki parmağınızı uzatıp
onu fırlatıp atmaz mısınız?
Ne mükemmel olurdu değil mi?
Fakat ölüm bir böcek değil. 
Bu gelip geçenlerin arasında birçokları onu üzerlerinde taşıyorlar,
ama görünmüyor. 
Onun için de korkusuz, rahat rahat dolaşıp
yarınki, yarından sonraki hayatlarını kuruyorlar."

Luigi Pirandello
Ağzı Çiçekli Adam
Oyun
Tek Perde

14 Ocak 2015 Çarşamba

sansürletmeme üzerine

Cevdet Kudret’in bir kitabından: Abdülhamit Devrinde Sansür’den…

“Türkiye’de basın üzerinde baskı ve sansür denince akla hemen Abdülhamit devri gelir. Oysa sansür ve benzeri baskılar daha önceki devirde başlamış; Abdülhamit o konuda epey zengin bir birikime mirasçı olmuş, geçmişteki denemeleri göz önünde bulundurarak sistem üzerinde her yıl biraz daha oynamış, onu bir kuyumcu gibi işlemiş, ‘geliştirmiş’; kanun ve tüzüklerdeki bütün boşlukları doldurmuş, açık kapıları tıkamış; kurduğu düzeni tam 33 yıl hiç aksatmadan uygulamıştır.”

“(Fransa’da III. Napoléon zamanında hazırlanan (1852) basın kanunundan çevrilen nizamnameye göre…) Ayrıca saltanat, padişah, hanedan hakkında
uygunsuz sözler ve deyimler kullanan,
hükümet aleyhinde taarruzda bulunan (m.15),
nazırlara dokunacak söz yazan (m.16),
devletin dostu ve müttefiki olan hükümdarlara dokunur söz ve deyimler kullanan (m.17),
yabancı devletlerin Türkiye’de oturan elçilerini, temsilcilerini, memurlarını vb kötüleyen (m.21)
gazeteler, hükümetçe bir ay süre ile kapatılır (m.27).
İki yıl içinde mahkemece 3 kez aleyhte hüküm giyen gazete
ve süreli yayınlar hükümetçe geçici ya da kesin olarak kapatılır (m.29).”

Efendim, durum iktidarlar tarafında ezelden beri böyle!

11 Ocak 2015 Pazar

de ki aşktır / Adanaspor temalı 18 şiir

Rüzgârın Oğlu

[Kayhan Kaynak]

Meşin yuvarlak yuvarlanınca önüne
Bir uğultudur tribünde
Hermes rüzgârdır şimdi
Alır götürür uzaklara ama yanı başına bırakır
Bilirsin ıslak çimlerin kokusunu
Tribün ve bir mabettir
Önünden gri beyaz fotoğraf kareleri geçer
Rakip ceza sahasına doğru
Sağ haf’ta bir onmaz keder
Biz Arjantin Köşede
Gole sevinmeye hazır çocuklar
Birazdan oradan bir Kayhan geçer
“Rüzgârın bir diğer oğlu”
Bayraklar dalgalanır, ölü konfetiler yine uçuşur                                                                                      
Bir şenliktir ya bağbozumu
Asma yaprakları kıpırdar
Dalında şaraba keser üzüm
Portakal çiçeği, kokusuyla gelir
Goldür…
Bu yeşil sahalardan, turuncu akşamlardan                                                                                               
Şu devrandan, bir şehrin hatırasından
Alkışlarla, tezahüratlarla, şarkılarla
Feyzullah, Razık, Mekik Ahmet
Nejat, İsmail, Mustafalar
Timuçin, Bakir, Eyüp, Ümit’le
Bir Kayhan geçmiştir.
Sonra bir şarkı yalnızlık makamından                                                                                                      
Sonra bir sessizlik
Kayıp bir zamandır, zannedersin ki güzdür
Sonra?
Sonra, formasına ah en çok yakışan adam
Bir Kayhan
Gurbette ölmüştür…
____________________                                                                                                                          
Şimdi Futbol
Bir Gurbet İmgesidir
Adana’da
____
De Ki Aşktır
18 Adanaspor Şiiri
4. Şiir 

10 Ocak 2015 Cumartesi

Adnan Azar'ın Birinci Ölüm Yıldönümü

[Hakan Savlı'dan]
Bir şair olarak Adnan Azar'ı üç sözcükle anlatmak istesem 'bir caz sanatçısı' derdim. Türkçeyi bir müzik gibi kullanan, doğaçtan, aldırışsız, hesapsız ve kalbinden geldiği gibi akan bir caz.
A. sanki bir gecemüziği gibi ve sanki hepimize bilinçli bir uzaklık bırakarak yaşadı. Yanıbaşımızda hissetmemiz bundandır.
Bir ses olarak Adnan Azar'ı duymuş olanlar, insanın konuşurken nasıl sessiz jestler ve yumuşak ses yapraklarıyla dolu olabileceğini görür ve ürperirlerdi. Şair oluşu elinde değildi. Hiçkimse söylemese de anlaşılırdı.
Bir şair olarak Adnan' ı anlatmak istesem, bütünüyle arkadaşlarına aitti derdim. Şiiri çok özgün ve bireysel renklerle dolu olmasına rağmen hep 'biz' duygusuyla yaşadı. Kuşakdaşı bütün Ankaralı şairler gibi bize içten, katıksız ve unutulmaz bir imge bıraktı. Bir 'yalansız şair' imgesi.
Bir insan, bir dost olarak A.yı anlatmak istesem tek bir sözcük bile yeterdi. 'Zarif'' bir insan derdim. Gördüğüm en ince en zarif insan. Bunca acının, yobazlığın, kanın ve vahşetin içinden bu kadar zarif bir insan olarak gelinip geçilebiliyorsa bu hayattan, inanın bu dünya umutla doludur ve umutsuz bir çabayla bir şeyleri korumaya çalışmamıza değer.
Baskının en zor zamanlarında yapılan bir Sovyet Yazarlar Kongresinde, Pasternak ayağa kalkarak Şekspirin 30. sonesini okumaya başlamış, sonenin sonuna vardığında bütün yazarlar hep bir ağızdan okuyorlarmış şu son dizeleri.
'"O zaman ezer kalbimi derin acılar,
Bıkkınlıkla en baştan düşünürüm başıma gelenleri
Dökerim bütün hesabı önüme
Yeniden öderim, hiç ödenmemiş gibi.
Ama dostum bir an aklıma gelince yüzün,
Unuturum yitikleri, yok olur hüzün "
Adnan Azar'ın yüzü aklıma gelince hüznü değil zarafeti ve dostluğu hissediyorum.
Hakan SAVLI

8 Ocak 2015 Perşembe

korkunun krallığında

Lanetli bir his şu korku.
İnsanlığın felaketinde bu korku denen musibet temel sebep, diye düşünüyorum. Zira zulmün en etkili silahı gibi duruyor korku.
Korku sal, ötesi kolay.
İktidar zaten öldürür, ama öldüremediği yerde veya öldüremeyeceği anlarda ondan daha dehşetengiz ve fena bir gücü kullanır, o korkuyu. Zira bir, iki veya on iki kişiyi öldürürsünüz ama milyonlarca kişiyi korkutabilirsiniz. İktidar derken, öldürme silahını eline alıp silahsızın karşısına çıkan da bir nevi iktidar değil midir?
Korku ile susturulur olur insan, tepkisiz hale getirilir, dilsizleşir, görmez işitmez olur, hissettiğimden biliyorum; o 3 maymun korkudan başka neyin temsilidir ki? 
Yaşar Kemal hemen hemen bütün romanlarınını arka planına korkuyu yayar. Onun üzerinden bir müthiş cesarete gider; korkunla yüzleş, hesaplaş sonra bulursun cesaretini. İnce Memed de böyle İnce Memed olmuş. Tek Kanatlı Kuş'ta da baştan sona korkuyu anlatır zaten; ne olduğunu bilmediğimiz, nereden geldiğini kestiremediğimiz korku... 
Toplumların yaşadığı ya keyfim kaçarsa temalı kitlesel korku bir milletin basiretini bağlayacak, istikbalini karartacak güçte. Bu, ölüm korkusundan daha beter bir korku bre.
Aslında korktuğu için mi öldürür insan? Savaşları düşününce, birey açısından, yaşamak için öldürmek seçeneği çıkıyor ortaya. Hep savaş halinde bir dünya... Fikirlerin çatışması veya konuşması ya da yazışması bitmiş gitmiş. Hesaplaşma silahlara kalmış, öldüren silahlara...
Ama korkma, dedi Karga,
Ki korkunca sıra geliyor.
Korkunun krallığında...

Nedir?
Şimdi konu ne? 
Mizahın sınırı mı, yoksa öldürmenin meşruiyeti mi?

#CharlieHebdo

2 Ocak 2015 Cuma

FESLEĞENLERİN SIRRI

"Yazarın adına bakarak beni hem cinsi sanmayın. Beni hemzemin geçitlerden geçen her trenin girdiği ilk tünelin yalnızlığına itmeye çalışan yazardır. O,ne yazarsa yazsın ben kendiliğindenliğimi kaybetmem. Olayın, hikayenin, anlatının kahramanı benim. Bu, benim öyküm.  Yazar istediği kadar ellesin. Allem etsin kallem etsin...öykücü benim.
Yazar olsun kabzımal olsun hazneye zerk edilmesi gereken ilaç gibidir erkekler. İlaç firmasının kendi uydurduğu şırınga buna çok uygundur. Adına aplikatör, kanül denilen aletler geliştirmişlerdir. Hepsi tüpün içindekini hazneye ittirmeyle çalışır. Ve hepsinin bir ticari boyutu vardır." 

Bunu söyleyen kukusu nevazil olmuş arkadaşımın içinde bulunduğu aşırı yalnızlık, ona olan güvenimi sarsmasa da içime bir kurt düşürmüştü. Sağaltma amacıyla  bedenin altına yapılan her tasallut, kadınları tedirgin eder. Çünkü kadınlar erkek jinekologları tercih ederler.

 Hani dedim, şimdi tarafsız düşünemez,ön yargılıdır. Her ne kadar erkeklere hiç güvenmesem de onlara haksızlık etmek istemem. Bu, tamamen kendi kişiliğimle,  dürüst olmamla  ilgilidir. Sonra bir erkek ve bir ilişki, tıbbi cihazlarla açıklanamaz ki! Durumuna üzüldüğümü söyleyemem. Söyleyebileceğim, fesleğenler ve erkekler üzerine.

Her şey Ayfer Tunç'un Taş-Kağıt- Makas üçgeninde başladı. Üşenmemiş doksan sekiz tane çiçek adı yazmış. Üşenmedim saydım; ama söylerler ya kadınların pek matematiğe kafası çalışmaz. Umarım doğru saymışımdır. Çocukluğumdan beri kız olmam nedeniyle çiçeklerle ilgim olması gerektiği açıkça söylenmese de  ima edildi diyebilirim. 'Fesleğen nasıl mıncıklanır' gösterildi. Sanki çok zordu. Saksıdaki çiçeği düpedüz avuç içiyle taciz ediyorsun işte...olan bu. Fesleğen bundan memnun mu hiç kimsenin umurunda değil.  Kaba saba bir dokunuşla yaprakları sıkıyorsun sonra elini burnuna yapıştırıveriyorsun.  Ayfer Hanımı bilmem ama bizim komşumuz Reyhanların bir sürü fesleğeni vardı. Babası sivrisinekleri kovduğuna inandığı için kapıyı bacayı fesleğenle donatmıştı. Soranlara:  "Kokularını seviyorum, hem de kokuları sivrisinekleri kovuyor." dese de aslında başka, gizli bir inanca sahipti. Kızını erkeklerden koruduğuna bütün varlığıyla inanıyordu. Reyhan, benim  çok kıskandığım çok güzel bir kızdı. En yakın arkadaşım olmasına rağmen, ona onu çok kıskandığımı hiç belli etmedim. Belki de bana olan sevgisi, benim ona olan sevgimden daha samimi ve güçlü olduğu için, belli etmediğimi sandığım kıskançlığımı önemsemedi. Çiçeklerden bir fesleğeni tanıdığımı yalnızca Reyhan biliyordu.

Babasının gecekondularının bahçe duvarına dizdiği fesleğen saksılarından biri Reyhan için çok önemliydi. Saksı dedimse on kiloluk Tat Salçalarının teneke kutularını dile getiriyorum. "Salça bu ne biçim kalça!" Salça geçince aklımdan erkeklerin bayıldığı bu sözü söylemeden edemem. Reyhan,  fesleğeni sevdiğinden önemsemiyordu. Sevgilisi fesleğen tenekesini, siz saksı diyorsunuz, posta kutusu olarak kullanıyordu. Oğlan,yazdığı mektupları fesleğenlerin altına koyuyordu. Böylece her yazılan, toprak ve fesleğen kokuyordu. Her ne kadar babası fesleğenleri küçük bir enik gibi okşarken kızını koruduklarını düşünse de...O zamanlar cep mesaj yoktu. Teknoloji, henüz verileri sadece 1 ve 0 ile değerlendirmiyordu. Ya da değerlendirdiği yerler vardı; ama biz o yerleri bilmiyorduk. Doğanın parmakları, tuş takımlarında değil toprak, bitki ve insan dokusunda dolaşıyordu. Sevgilinin haberleri, fesleğenlerde gül olabiliyordu.
 Zühtü Amca, fesleğenlerini sularken beyaz çiçeklilere farklı, pembe çiçeklilere farklı miktarda su veriyordu. Her sulamada  kızının üniversiteyi kazandığını düşlüyordu. Reyhan lise üçe gidiyordu. Aynı sınıftaydık. Yarın ne olur bilemiyorum şimdi siz 11. sınıf diyorsunuz.
Reyhan, lastik tamircisiyle konuşuyordu. En son üniversite sınavından önceki gün fesleğenden gelen haberle buluşup parkta sevişmişlerdi. Sınav sonucuna kadar görüşmemeye karar verdiler. Reyhan, üniversiteyi kazanmadı. Lastik tamircisi Kamil ile kaçtı. Zühtü Amca küstü; düğünlerine bile gitmedi. Mahallenin evde kalmaya yazgılı kızlarıyla kaçamak düğüne gittik.  Zühtü Amca, anlamıştı o akşam sinemaya diye çıktığımızda Reyhan'ın  düğününe gideceğimizi; ama ses etmedi. Gülümseyerek sadece bir cümle kurabildi:
" Sinema için fazla süslenmişsiniz."

Reyhan, daha sonraki görüşmelerimizde hep mutlu olduğunu söyledi. İnanmadım. Bir erkekle ne kadar mutlu olunulabilirdi ki? Belki de bir erkekle olunulabilecek mutluluğun en üst sınırındaydı ve gerçekten kendisini mutlu sanıyordu. Yaşadığı evliliği öyle değerlendiriyordu. Aman bana ne! Şimdi ikizleri var. Onlarla uğraşırken hayatı akıp gidiyor. Kamil, işi büyütmüş. Araba yıkama istasyonu açmış.

Zühtü Amca, hala affetmedi onları. İçten içe üzülüyordu ve bahçe duvarındaki fesleğenlerden birinin kurumasının nedenini onları affetmemesine yoruyordu: " Önce anası gitti. Anasını affettim. Kızını..."

En yakın arkadaşı olarak güzelliğinin şahidiydim. Keşke erkek olsaydım da Reyhan benim olsaydı. Bunu kendime söylerken Reyhan'ı bir lastik tamircisine yakıştıramadığımı itiraf edemiyordum. Keşke Kamil beni sevseydi. Fesleğenleri yaratan, bana da güzel bir kızın arkadaşı rolünü vermişti. Sevilmek için onca açken evlilik kurumu aşkına kuruyacaktım. İsteyen yok mu beni? Olmaz olur mu! Küçük bir ayrıntı var: Beni istiyorlar; ama evlenmek istemiyorlar.

Tabii ki aradan birkaç yıl geçti. Bir sabah Zühtü Amca hiç dokunmadığı, kızının gidişiyle kuruyan fesleğenin yeniden çiçek açtığını gördü.  Salça tenekesindeki fesleğeni bir kral tacı gibi duvarın üstünden aldı. Şimdilerde bulunmayan cezaevi yapımı tahta masasının üstüne sırçayla kaplıymışçasına nazik bir şekilde bıraktı. Kızının saçını okşadığını düşleyerek fesleğenin yapraklarına dokundu. Açmış iki çiçek, varlıklarını vurgulamak amacıyla parmak kaldırıyorlardı. Çiçekleri işaret parmağını değdirerek sevdi. Gözündeki yaşlar, yaprakları geçip tıp etti. Bu,toprağın sesi değildi. Elini fesleğenin altına soktu. Bir cep telefonu çıktı. Kübrick' in kemiği gibi incelemeye başladı. Aniden telefon titreyip öttü. Gözlerinin seçtiği yeşile bastı. Gayrı ihtiyari kulağına götürdü.
" Baba! Baba! Seni çok özledim!"
" Kızım! Canım yavrum! Çabuk bana torunlarımı getir!"
" Buradayız baba!"
Bahçe kapısı açıldı.

M. BÜLENT BİNGÖL