21 Mart 2014 Cuma

down sendromu ve farkındalık

12
Tribünlerde Bir Baltalı İlah
Yahya
Eski ahşap kapalıda
Hani tahtadan direkler
Tribünler düz, koltuksuz
Orada hep ceketiyle bir Yahya
Hep güzel, hep güleç
Öfkesi bir sabah yeli
Öfkesi bize şenlik

Rüzgârla, yağmurla
Yel değirmenleriyle dost
Sesi uğultularda bir adam
Kâbusudur hakemlerin
Hepsi birer kötü adam

Tribünlerin Zagor’u
İntizarıyla
Adana’da
Bir Baltalı İlah

Herkes hata yapar
Yahya affetmez
Say ki Romalılara sesleniyordur Antonius

“Adanalılar, dostlarım!
Şu sahada gördüğünüz kara gömlekli
Bir alın terinin hırsızıdır!”

Yani bir zulmü anlatır
Bilirdik, Yahya’nın aklından geçen bunlardı
Diyemezdi anlardık

Tribünlerin birinden bir Yahya geçti
Kendi lisanında
Geçti gitti…

Sanki tarifesiz bir tren anonsunda

“Sevgili Adanasporlular,
Kapalı müdavimlerinden
Bir güzel taraftarımız Yahya
Hayata veda etmiştir”

Kalktık alkışladık…

Peki, bir Yahya’yı
Tribünlerden
Başka nasıl uğurlardık?
______________

Şimdi Futbol

Bir Veda İmgesidir

Adana’da
______________

On İkinci Şiirin Hikâyesi
Down Sendromlu bir taraftarımız vardı, Yahya (tribündeki adı Dilsiz Yahya). Dünyanın en sakin ve aynı anda en hiddetli adamıydı. Konu Adanaspor olunca, tahammül edemediği şey, takımın hakkının yenmesiydi, hiddet dediysek onun tatlı öfkesiydi. . Bu manada ondan en çok hakemler çekmişti. Muhtemelen gıyaben... Böyle...
Onu hikâye eder on ikinci şiir. 
Bu şiirde, mümkün olduğunca, bir güzel Yahya, lisanına uygun bir şekilde anlatılır olmuştur...

13 Mart 2014 Perşembe

Doğmuşum 2. Bölüm

Önceki Bölümden Devam

‘Ne kadar basit bir hayat sürüyormuşum, keşke rahatsız etmeseydiniz.’
Güldü, buna sevinmiştim sanırım. Sevincimin nedenini hiçbir zaman öğrenemeyecektim. Cevaplama gereği hissetmiş olmalı ki tekrar konuşmaya başladı. 
’Kendi gerçekliğini yanılsama yapabilecek birisin. Bu sayede ulaşılmaz olana gidip orada savaşabilirsin.
Ve senin gerçekliğin  tüm yanılsamaları yok edebilecek güce sahip.’
Aslında böyle şeyler benim umrumda değildi ama sağ kulağımda ve kafamda sürekli ağrı yapıp iniltiye sebep olan soruları hatırladım. Annem ve babam kimdi bilmiyordum. Onları hiç görmemiştim. Kendime geldiğimde üç yaşındaydım ve sokaktaydım. 3 yıl boyunca nasıl yaşamıştım,kim bakmıştı bana? Eğer bakmak istemişse neden tekrar atmıştı beni sokağa? Benimkisi dünyalı,sıradan sorunlardı.
Gerçeklikmiş, hiçlikmiş açıkçası ilgimi çekmiyordu. Kadın ne dediyse kafa hareketleriyle onayladım ve dediği her şeyi yapacağıma dair söz verdim kayıtsızca. Sonra aşağı inen bir kapı açtı. Sanırım aşağı inmem gerekiyor diye düşündüm. Basamaktan adımımı atar atmaz kadına bir kez daha bakmak istedim. Hiçbir şey yoktu, Logos da kaybolmuştu ortalıktan. Şaşırmadım. Ne denilirse yapıyordum yine. Gerçek hayattakinden pek farkı yoktu sanırsam. Aşağı kata iner inmez sola düştüm. Sağa doğru hareket ediyor oda dedim kendime. En az dokuz gün yaşayabileceğim kadar yiyecek vb. eşyalar vardı odada. Zaten yaşamak için ne gerekliydi ki?

Oksijen ve yemekten başka bir şey var mıydı bizi hayata bağlayan?
Kaç gün geçirdim o odada bilmiyorum ama yenilebilecek eşyaların sayısı bitmek üzereyken yavaşladığını fark ettim odanın.
Odanın hareket yönünde olan kırmızı kapı aralandı.
Daha önce nasıl olur da fark etmemiştim bu kapıyı.
Yolculuk boyunca hayatta kalmaya çalışmaktan birçok şeye dikkat edememiştim,kendime bile.
Bu defa kararlıydım.
Odadan çıkarken geriye dönüp bakmayacaktım.
Öyle de oldu.
Girdiğim yerde ilk bakışta kendim dahil hiçbir şey yoktu.
Birkaç adım atar atmaz kendimin ve odanın görüntüsü belirmeye başladı. Sol tarafımda duran aynayı fark ettim sonra ona bakarken kendimi. Çok zayıf olduğumu içimden geçirdim hemen sonra içimden birçok şey geçirdim.
Hatırlayabildiğim tek şey ise neden sorgusuz-sualsiz bu görevi kabul ettiğime dair düşüncelerdi. Çok uzaklardan gelen ağlama sesi tüm dikkatimi dağıtmıştı. Ağlama sesinin bir kadından çıktığını anladıktan geriye dönüp baktım. Bu bir metafor değil cidden dönüp baktım. Kapı yoktu.
Kadına yaklaşmak istercesine bir adım atar atmaz yer hareket etti.
Sonra daha geriye, eski günlerime baktım.
Sorgusuz neleri kabul ettiğimi gözden geçirmek istemiştim sadece.
Asgari ücret karşılığı sırf diğer insanlar mutlu olup eğlensin diye çalıştığım ve yaşadığım saçma hayatı hatırladım.
Hayatımı bile sorgusuz kabul etmiştim.Yaşama hakkını,yaşamda olma hakkını ben kazanmamıştım. Bana verilmişti. Belki babam tarafından belki Tanrı tarafından veya ikisi tarafından olmuştu bu. Fark etmezdi bu, sonucu da değiştirmezdi. Bilinç denilen belirsizliğim oluştuğu anda sorulabilirdi böyle bir hayatı kabul edip etmemek isteyişim.
Kafamı sağa ve sola hızlıca salladım.
Sanki düşüncelerimi de sallayıp devirmek istercesine. Kadın hala ağlıyordu ve ben ona çok yaklaşmıştım. Kadın hayatım boyunca gördüğüm en siyah kadındı. Logostan bile hatta biraz daha ileri gidecek olursam hiçlikten bile. Ama ortada bir sorun vardı.Kadının gözleri yoktu. Nasıl ağlanırdı ki böylesi durumlarda?
Etrafa biraz daha bakınca anlam verebileceğim birkaç şey gözüme çarptı.
Hastane odasına benziyordu sanki burası ama ucu ya da sonu yoktu.
Yerde çok fazla enjektör vardı.
Karışık şekilde her yeri süslemişti.
Enjektörler dahil odadaki eşyalarda beyaz dışında bir renk kullanılmamıştı kadını saymazsak.
Saflık denilen şey bu olsa gerekti.
Ayaklarım, en çok da sağ kulağım dışa doğru atma hareketi gerçekleştiriyordu.
Uzun zamandır hareket etmiyordum. Kadına yaklaşmaya çalışmam belki de bu yüzdendi ama sonuç olarak hareket eden ben olmamıştım ve bu daha da perçinlemişti hareket etme isteğimi.
Sancılara daha fazla dayanamayarak sol ayağımı yarım adım büyüklüğünde açıp kadına doğru atıldım.
Bu defa yer hareket etmemişti.
Bu kadına yeterince çok yaklaştığımın göstergesi olabilirdi.
Adım attıktan biraz sonra garip duygular halinde normalde ayağımın yere çarparken ki çıkardığı her defasında farklı gelen o seslerden herhangi birine benzer bir ses işitmediğimi fark ettim.
Sırf o sesi duymak için kendimle inatlaşıp ayağımı bulunduğu sertçe çarptım. Bu hareketi birkaç defa tekrarladım.
Kadın ağlamasını kesti. Sinirli sayılabilecek bir şekilde kafasını kendine göre sol taraftan bana doğru çevirdi. Gözleri olmayan birisinin karşısında dikilmekten korkmamıştım.
‘Ayağını vurduğun yer benim gerçekliğim. Eger vurmaya devam edersen uyandıracaksın.Her gün morfinle uyutmak zorundayım onu.’
Şaşırmamıştım.
’Geldiğim yerde insanlar acılarını ve  yüzleşmek istemediği hedeleri uyutmak için yapıyor böyle şeyler. Sen neden gerçekliğini uyutuyorsun peki? Yanılgılarınla baş başa kaldığında kendini kaybetmiyor musun?
‘Ben yanılgısı olmayan birisiyim. Uyutma konusuna gelecek olursak kızım Logos her gece ölümle savaşmak zorunda bir bakıma yenmek de zorunda. Fakat yaptığı her savaş sonunda daha da güçleniyor ölüm. Sonuçta ölümü öldüremezsin,onun doğmasına gerek de yoktur. Kendini var edecektir bir şekilde. Neyse konumuza dönelim, Logos yaptığı son savaşı savaşı kaybedecek üzereyken hiç düşünmeden kendi gerçekliğini savurdu en sert şekilde. O kadar sert ve sesli bir olaydı ki bu hiçlik bile bir oda kadar küçüldü ölümün korkusundan. Logos su an iyi durumda sayılabilir ben gerçekliğimi uyuttuğum sürece de iyi olacaktır. Ama uyuyan her şey bir gün uyanır,riske atamayız bu durumu. Logosa inanıp buralara kadar gelmen şaşırttı beni. Söylesene nasıldı Logos? 
Hiçlikten çıkarken eşime baktın mı peki? 
Seni de iyi gördüm yoksa bu ağlama kesilmezdi kolay kolay.’
Hatırlamıyorum dedim.
’Senin kılık değiştirebildiğini söyledi Logos. Söylesene anneme dönüşebilir misin? Sadece birkaç dakikalık bile olsa.’
‘Ah bir bilsen. Annenin kılığına bürünemem ve annen hakkında sana bir şeyler de söyleyemem. Buna yetkim yok. Sınırımı aşsam bile bu konu ile ilgili ağzımı açtığım anda gerçekliğim uyanır ve bu bir çok şeyin sonu olur.’
Devam Edecek
Ali Suat Arslanlı

6 Mart 2014 Perşembe

Beyoğlu'nun pek güzel abisine bir temastır

Beyoğlu'nun Pek Güzel Abisine Bir Temastır

Bu yazının amacı edebi değerlendirme yapmak, şu akımla karşılaştırmak, bu yönteme karşı çıkmak değil. Tüm bunları yapmak belli bir birikim de gerektirir. Ancak “yazmak kimsenin tekelinde değil” der bir ağabeyimiz. Ben de, belki bir dost meclisinde kitap konusu açılsa, yapacağım eleştirileri yazıya dökmeye çalışacağım. Tamamıyla bir okur gözüyle.

Bir kitabın okuyucuları tarafından övülmesi nasıl “birikime” bakılmaksızın kabul ediliyorsa, bir başka okurun eleştirileri de öyle değerlendirilmeli.
En azından bu yazı bu düşünceyle ortaya çıktı.
  • Herkeste olur mu bilmem ama, ben bazı yazarların kitabını daha okumaya başlarken beğenirim. Nereden geldiği belirsiz referansları vardır bende. 
  • Ahmet Ümit için aynısını söyleyemem. Başkaları için az önce tariflediğim kategoriye girebilir, benim için öyle değil. 
  • Ama “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”ni oldukça yüksek beklentilerle okumaya başladım. Yazının sonucunu şimdiden söyleyeyim, hayal kırıklığı. 
Acımasız sayılabilecek eleştirilerden önce biraz kitaptan ve övgüyü hak eden yerlerden başlamakta fayda var. 
Kitap, Baş Komiser Nevzat ve ekibinin Tarlabaşı’nda işlenen cinayeti çözmeye çalışırken, başlarından geçen karmaşık olayları anlatan bir polisiye. Beyoğlu sokaklarında, özellikle Tarlabaşı’nda geçiyor. Zaman olarak 2014 yılbaşı seçilmiş.
Kitabı övmek için elimdeki tek malzeme muhteşem betimlemeler. Tarlabaşı’nın Rum mimarisi evlerinden iri yarı pezevenge, buz sarkıtlardan duvarı süsleyen, yavrularını emziren bir buldok fotoğrafına kadar.
  • Dudağını sarkıtan “esmer vatandaş”ı, lacivert ışıkta lilaya dönen gömleği ile canlandırmakta zorluk yaşamıyorsunuz. Kitapta sık sık tekrarlanan bir sözün sahibi Agah’ın tombul kırmızı yanaklı, küçük çeneli yuvarlak silueti karşınızda beliriyor. Ve onlarca örnek daha… 
Gel gelelim, kitap birbirinden çok farklı konuların bir araya getirilmesi ile oluşmuş ve bu haliyle oldukça sığ kalmış.
Kitap’ta 6–7 Eylül olaylarından, Ulucanlar katliamına, Tarlabaşı’ndaki ranttan, Haziran ayaklanmasına, çokça konuya girilmiş.
Bu düşüncelerimi paylaştığım bir dostum “Mahsun Kırmızıgül Sendromu” demişti.
Aslında saydığımız konuların tamamı birer roman olabilir. Hatta gerçek olaylardan kurgulanan romanlar çokta güzel olur. Müthiş bir kurgu ile Bahçelievler katliamını anlatan “Gecenin Kapıları” en iyi örneklerdendir. Bu tarz örnekler arttırılabilir.
  • Ama siz bir kitapta bu kadar çok konuya girerseniz, en basit eleştirim, konuların sığ kalması olur. Daha ağırı ise ve bende asıl çağrışımı yapan, piyasa mantığı. “Birçok konuya değineyim de kitap satsın.” Ahmet Ümit böyle düşünmüştür demiyorum, ama bende bıraktığı his budur. Kuşkusuz anlatılacak çok şey var, yaşananlar, yaşatılanlar, acı, mutluluk çokça bu topraklarda. Ama hepsini anlatmak için bu kadar kolay bir yol seçilebilir mi, bilmiyorum. 
  • Yaratılan karakterlerde, işlenen konular gibi, beş benzemezlerin bir araya gelmesi. 
Ama mekân Tarlabaşı olunca biraz normalleştirilebilir. 
Asıl itirazım ise bazı karakterlerin eğreti duruşu.
Mesela, biseksüel zengin adamın, yeni ve kendinden küçük eşi Jale Hanım. Gerçekliğini sorgulamayacağım. Mutlaka vardır böyle insanlar ve varlıkları benim için sıkıntı da değil. Ama bu kadar karmaşanın içine daha sağlam bir karakter yazılamaz mıydı?
“Esas polisin genç yardımcısı bıçkın olmak zorunda” diye bir kural mı var? Ortalık bu karakterlerden geçilmiyor. Burada da karşımıza çıkması, büyük hayal kırıklığı.
  • Nazlı’ya gelince. Örgütsüz ama duyarlı bir kadın. Kıvırmadan söyleyeyim bana bilinçli bir tercih gibi geldi. Örgütlü olmayan, gönüllü, aktivist. Pekâlâ olabilir. Örgütlülüğe dair göndermelere rastlamış olmak ise, kendi hüsn-ü kuruntum diyip geçiyorum. 
Kabadayıların hesaplaşması…
Birbirini arkasından vuranlar, önüne atılanlar…
Açıkçası klişe olmuş.
Tekrar tekrar söylüyorum,
gerçekliklerini eleştirmiyorum.
Mesele farklılık.
Belki de benim beklentimin fazla yüksek olması, bu kadar iredelememe sebep.
“Bazen böyle olur, hayat durduk yere bir ipucu sunar size.” Cinayet çözüldükten sonraki bölüm böyle başlıyor. Temel itirazım, hayat gerçekten böyle mi? Yazar pekâlâ bu benim kurgum diyebilir. Ama bu kadar tesadüf bana fazla geldi. Bir başkasına yerinde gelmiş olabilir. Dedim ya, bu, okur gözü ile bir eleştiri. Böyle bir son, “yeter artık kitabı bitireyim” fikri ile yazılmış gibi. Olaylar bu kadar karmaşıkken böyle bir son basit kalmış.
Velhasıl, beklentilerimi karşılamadı. Ancak keyifle okuduğumu da söylemek isterim. Tavsiye ederim. En azından İstanbul’un güzel bir resmini görmek isteyenlere… İyi okumalar…

Ali Doğan Karacık

3 Mart 2014 Pazartesi

Bekleyiş Sona Ermişti

I. Bölüm

Doğmuştum Sonunda
Doğmuştum sonunda. Lanet olası bekleyiş sona ermişti bir bakıma.
Hiçbir şey hatırlamıyordum eskiye dair ama belli belirsiz karaltılar bulanıklaşmaya başlıyordu zihnimde. Karaltıları kendi haline bırakıp durum değerlendirmesi yapmaya karar verdim. Hava soğuktu,çok soğuktu hem de. Bir şeyler hissediyor olmak iyi en azından, çokça uzun bir aradan sonra. Gerçekten o an orada var olduğumu kendime ikna ettikten sonra hiçbir şey göremediğimi fark ettim. Etrafta hiçbir ışık hüzmesi yoktu. Belki de bana öyle geliyordur diye söylendiğimi sonradan hatırlamamak isteyeceğimden yeterince emin olduktan sonra havanın daha da soğuduğunu hissettim. Damarlarımda dolaşıp bir türlü durmayan sıvı oldukça yoğun bir hal almaya başlamıştı ve gittikçe yavaşlıyordu.Oysaki böylesi durumlarda hızlanmalıydı.
Hava soğuma eylemini sürdürürken “Artık gidebilirsin.” dedi yüzünü göremediğim adam. Kısa bir süre sonra ise bir kapı aralandı, milyonlarca ışık taneciğini hissedebiliyordum. Ama nasıl olurdu ki böyle bir şey? Bulunduğum yer hala karanlıktı, salt karanlık hem de.

Birbirine karışmayan karşıtlık, hiçliğin sınırı diye söylendi aynı ses. Ses tonunu değiştirmeden “Eger bir an önce gitmezsen sorularına aradığın cevapları asla bulamayacaksın.” dedi tehditkar bir şekilde.Biraz tereddüte kapıldıktan sonra ufak bir sıçrayış gerçekleştirip hemen ardından yarım salto yaparak adamın yüzüne bakabilecek fırsatı yakaladım. Adamın yüzünün sol tarafı siyah sağ tarafı ise siyahtan bile fark edilemeyecek kadar beyazdı. O esnada zaman denilen kavramı yitirdiğimi sandım. Ama adam hala karşımdaydı. Sıçrayış gerçekleşmiş,yere düşmeye geçilmişti. Bu hareketlerin olması gerekenden çok daha yavaş gerçekleştiğini anladıktan kısa bir süre sonra zamanın buranın da efendisi olduğunu, ben kaybetsem bile onun bir şekilde beni bulacağını da anladım.

Adama biraz daha bakma fırsatı yakaladım. Sağ elinde,ortasının biraz daha yukarısından tutmakta olduğu iki ucu da keskin bir kum saati vardı. Kum saatinin üst kısmı adamın yüzünün sağ tarafından bile beyazdı. Alt kısım ise içinde sayılamayacak kadar çok insan yüzünün büyüyüp tekrar küçülerek bende korku hissini uyandırdığı,aklımdaki geçmişimi hatırlama dürtüsü gibi kararıp hemen sonra bulanıklaşan, ucu üst kısımdan daha keskin olan bir üçgen levhaydı.Kum saatinin ortasında, oldukça küçük –nasıl farkettiğime hala şaşırdığım bir küçüklükte-standart bir saat vardı. Göz kapağımı saate daha dikkatli bakmak için kısınca saatin normal sayılandan ters yönde döndüğünü fark ettim…
Uyanmıştım. Kaç gece uyumuştum hatırlayamıyordum. Yanı başımda duran siyahi kadına baktım. Ben ne düşünürsem düşüneyim oradaydı. Rüya değilmiş demek ki diye içimden geçirdim. Gülümseyip ismini sordum. Gülümseme nedenim kadından hoşlanmış olmam değildi.Nezaket gereği sayılabilirdi.
“Adım Logos. Anlayabiliyorum seni, kafandaki sorular yeterince artmakta olan bir eğimde yükseliyor. Öncelikle kendimi tanıtayım. Benim görevim değişimi yönetmek. Değişim dünyada her hedeyi kapsasa da kendisi salt bilinç olarak kalır. Değişimin sabitliği benim var olmamı sağlayan şey işte. Ben dünyadaki yanılgıları elimden geldiğince babama yollayıp babamın onları boşluğa atmasını sağlarım. Babam hiçliğin ve ölümün ‘badigard’ı, eğer bakma gereği hissettiysen görebilirdin onu. Neyse babama daha sonra tekrar geleceğiz. Dinliyor musun? Elimde olmadan ‘Bazen.’ dedim. Bu da iyi en azından şimdilik diye söylendi. Sonra kendisinin her gün doğup tekrar öldüğünü ve babasının yalnız kalmasın diye sayısız Güneş oluşturduğunu ama doğan her güneşin ardından daha da çok yalnızlaştığını belirtti, hüzünlü sayılabilirdi. Doğan Güneşlere rağmen hiçbir Güneş batmamış. Ve doğan her güneşin ardından daha da karanlıklaşmaya başlamış önceden bulunduğu yer, bir bakıma yarı gölge denilebilirmiş. Etrafındaki insanlardan her birinin ölümünden sonra hayatının kararması gibi. Karanlıklaşan yer farkedilemeyecek bir karanlığa ulaşınca hiçlik oluşmuş. Aslında hiçlik bile içinde madde bulunduruyormuş ama boşluğun içindeki yanılgıların sayısını kafamda hesaplamaya çalışınca boşluğun ne kadar güçlü olabileceğini düşünmekten korktum.

Peki. Yalnızlıktan neden kurtulmak istesin ki? Sonuçta herkes terk ettiğinde gelen bir şeyden bahsediyorduk. Ne kadar kötü olabilir ki bu? Anlamasını da beklememiştim zaten.
Onu dinlemeyi bıraktığımdan dolayı kızgın olduğunu belli etmek istediğini anladım. Ona biraz yardımcı olmak istedim, herkes bir şeyler biliyor ve bir şeyleri anlayabiliyordu ben daha kendimi bulamamışken.
’Evet buraya kadar ümitsizce dinledim peki sonra?’ dedim.
Bir yanlış yaptığını söyledi.Kendi gerçekliğini babasına gönderdiğini ama bunun kendi hatası olmadığını birkaç kez tekrarladı. Yeterince sararmış gerçekliği, yanılgı sanmamak elde değilmiş. Sustu, konuşamadı demek daha doğru olur. Bir an atılıp ağzını tekrar açtı ama anlaşılabilir bir kelime çıkmadı ağzından.
Annesini sordum.
Bunu kendisinin bilmediğini, görüntü değiştirmesine bağladığını belirtti.
Güldüm. Aralıksız on iki saniye bir gülüşten bahsediyorum. Zaman çok belirgindi. Etrafı gözlemleyememiştim zira o esnada kafamda bulanıklaşan karaltılar açıklaşmaya başlamıştı.
Bunu daha önce niye sormadım diye kendime söverken ağzımda ‘Neden ben?’ diye bir mırıldanma oluştu. ’Özür dilerim en başta o konuyla başlamalıydık. Sen gerçekliğimi kurtardığımda onun bana dönmesini sağlayabilecek tek insansın. Karşılığındaysa kafandaki sorular yanıtlanacak bu yolculukta. Kimsin bilmiyorsun değil mi?’
Tepkisiz bir şekilde ‘Bazen.’ dedim.
Daha sonra beni çok uzun bir süredir beklediğini, zamanı ve hiçliği öldürecek olan adam olduğumu söyledi, sesinden yeterince tedirgin olduğu anlaşılacak sessizlikte.
‘Babanı kastediyorsun sanırım.’
‘Babamın koruduğu hedeyi kastediyorum. Gerekirse kendi gerçekliğimden bile çok sevdiğim babamı da kastedebilirim.’

Hala tatmin olmamıştım. Neden ben? Karaltılar tamamen aydınlanınca zihnimin en derin havuzuna daldım. Kalıntıları incitmemeye gayret edercesine yavaş yüzüyordum. Adımı arıyordum ama yoktu hiçbir yerde, bilinçaltımda bile. Bir barda asgari ücret karşılığı ayakçılık yapıyormuşum. Şu an hissettiğimden çok daha küçükmüşüm oysa şimdi en az 60 larımdaydım. Boğulmamak için kafamı çıkardığımda bir ses kendimi getirdi bana. Sözünü kestim kadının...

Ali Suat Arslanlı
Devam edecek...