30 Kasım 2013 Cumartesi

ölümlü kral ölümsüz gılgamış


M. Cahit Uzungece
Gılgamış'a dair yazdı
Karga için

I. Bölüm

Ne çok öykü biliriz, aşkın peşine düşmüş insanları anlatır. Hemen hemen her dilde vardır heralde bu tür konuları işleyen gerek anonim ve gerekse bireysel ürünler.
Paranın, servetin peşine düşmüş insanları, örneğin altın arayıcılarını da anlatan onlarca, yüzlerce hikaye... Bunların romanları, filmleri…
  • Orhan Pamuk’un senaryosuna, 
  • Ömer Kavur’un çektiği Gizli Yüz filminde de gördüğümüz gibi mutlak arayışın ardına tutkuyla düşmüş insanlar da var yine öyküleriyle. 
  • Tüm bunlar yaşam içinde, yüzyıllardır-binyıllardır insanla birlikte var olan, gelişen, yaşanan gerçekler. 
  • Her an rastlayabiliriz bir aşka düşmüş, 
  • para derinde veya umutla beklentiler içinde olan insanlara. 
  • Çevremizde yok mu maceraları mutlu veya mutsuz biten insanlar…
  • Olmaz mı.
Sanatçı da bu gerçekleri, yaşanması kişisel imliğinden süzüp, yeteneğiyle yetkinleştirerek yeniden kurar, denir. doğrudur. Yani gerçek bu kez sanatın penceresinden izlenir. Bir çok sanatsal yapıtta yazar, şair, ressam, müzisyen gerçeği yaşamdan soyutlayarak yeniden kurarlar keyfiyetinde. Belki budur bizi acımasız gerçeklere katlanır kılan. Yeniden kurulan, yaşamdan sıyrılan yaşam; yeni düşlerin umudu olan… Bilsem...
Destanların ulusların en eski ürünlerinden biri olduğu ve toplumsal bir umudu, düşü simgeledikleri bilinir. Toplum benliğinde destanlar ulusların varoluşu aşamasında karşılaştıkları zorlukları aşmada, sorunları çözmede ve yaşama sarılmada destekleyici birer etken olmuştur, filan. Ve aynı zamanda tüm zamanlarda insanlara moral…
  • Gılgamış Destanı’nın beslendiği kültürle bu yolda bir ilişkisi vardır sanırım… 
  • Destan içerik olarak elbette bir toplumsal coşkuyu temsil ediyordur. 
  • Ancak temas etmek istediğim bunlardan öte, bir birey olarak Gılgamış’ın efkarıdır…
Hüznüdür Gılgamış; çünkü o, tüm arayışlardan ve tutkulardan ötelerdedir. Bir aşk, bir servet değildir tutulduğu. O ölümsüzlüğün ardına düşmüştür bir ölümlü olarak. Bu anlamda yaşama ve ötesine bir itirazdır Gılgamış.
Mezopotamya’daki Uruk kentinin ünlü kralı Gılgamış’ın öyküsü, katıksız bir serüven, bir ahlak dersi ve trajedi karışımıdır. Hakikaten. Olaylar süresince destanı yaratan Gılgamış’ın ölümlülük sorunu üzerine eğildiğini, bilgiyi aradığını ve ölümlü insanların alınyazısından kaçmak istediğini not edilir meselenin uzmanlarınca.
Ölümsüz tanrılar trajik olmaz, denir. Gılgamış ilk insan kahraman değilse, şüphesiz, hakkında bir şeyler bilinen ilk trajik kahramandır böylece. Ölümsüzlüğün ve bilginin peşinde olan kişinin tüm özelliklerini kendinde topladığı için Gılgamış’ın duygularına hemen ortak oluyoruz. En azından ben oluyorum. Ne var ki böyle arayış, ancak trajik bir sonla noktalanabilir. Belki de budur destanı ve Gılgamış’ı daha tanıdık, daha biz yapıp gerçekliğe yaklaştıran…

Birinci bölüm burada bitsin.
İkinci parça yarın.

28 Kasım 2013 Perşembe

güzelson

Dünyanın en güzel soyadlı şairinden bir şiir paylaşalım hadi,
Halim Şefik Güzelson'dan Kız.
Bu arada Melih Cevdet'in
dostu Güzelson Halim Şefik için dediklerini de kaydedelim şuracığa:
Halim Şefik, bu küçük kitabı ile (Otopsi)
bizim kırk yıllık şiirimizi temize çıkarmıştır.
Evet,
küçük bir kitap, ama yaşamı savaşım içinde geçmiş,
acı çekmiş bir kişinin tanığı.
_______________
Kız
Bilir
İskelenin üstünde uçan kırlangıçlar
Bilsinler
Ben ölürüm de söylemem ölürüm de
Sana niçin bakamadığımı
Bir yaz akşamı
___________________
Güzelson Halim Şefik,
Orhan Veli'nin iyi bir arkadaşıydı. Yakın...
Cam işçiliği, kunduracılık, vapurlarda satıcılık,
gezici kitapçılık yaptı.
Tek şiir kitabı Otopsi'yi 1978'de az sayıda bastı,
tuttu dostlarına dağıttı.
Orada,
Bu bir kılıç balığının öyküsü,
yazılmasa da olur dedi.

Bu satırları ve dizeleri
Marlon Cahit Uzungece aktardı evet.

27 Kasım 2013 Çarşamba

bayan ğ

A. Reşat Hançerci
Karga İçin Yazdı

“Kızdığım biri vardı. Yazmam gerekti. Babam, elin kalem tutuyor, kızdığında abuk sabuk şeyler yapacağına yaz derdi. Neyse…birine kızılıp yazı yazılır mı? Yazılmaz. “Yazmazsam çıldıracaktım!” diye bir cümle geldi aklıma. Kim söylemişti…kimsenin umurunda değil. Herkes çorba peşinde…Yazmayıp da bir psikologa mı gitmeliyim? Bedavadan yazıp rahatlamalıyım. Başaramazsam giderim. Soyunarak terapi yapan bir kadın psikolog varmış. Belki ona giderim. Pirelli tekerleklerinden yola çıkarak her şeyi kadın bedenine bağlamak moda olalı, insan ruhunda bir gevşeme oldu…

Bukowski, günlük tutmak dangalaklıktır demişti. Bir dangalaklık yapıp “günlük” olmasa da bir şeyler yazacağım.
Peşinen söyleyeyim: Bayan Ğ’den hemen bahsetmem mümkün değil.
Hiçbir takımı tutmam.
Televizyonlarda boy gösteren spor programlarına kanalları gezerken kulağım değer. Bir bağırtı bir çığırtı, anlam vermeden boş boş bakarım. Yapacak başka bir işim yoksa izlerim. Futbolculuktan yorumculuğa geçen, spor yazarı olan spor zengini ayaklar, uzuvsal sıçramayla elle yazmaya başladıklarında, üzerlerine bir dinginlik, yüzlerine bir sırıtış oturur. Emekli hakemlerle, alaylı spor yazarlarıyla birlikte; ekranda görünen ‘pozisyon’ dedikleri ‘görüntü’ kabak gibi ortadayken, saatlerce, sabırsızca, bazen garip sesler çıkararak, bazen tıkanarak; oyuncuyla, topla, hakemle, seyirciyle ilgili konuşurlar. Farklı yorumlar zenginlik mi değil mi düşünmeden, kafam bir boşluğa düşüyor. Kendime geldiğimde o gün hangisi denk gelmişse o programın benim için “tabula rasa” etkisi bırakacak olması, yüzüme bir tebessüm olarak yansıyor. Bir süre sonra kafam boşalmış oluyor.
Eğer bir yorumcu diğerine çemkirirse işte o zaman Bayan Ğ geliyor aklıma. Gelmesin diye çeviriyorum kafamı.
Hazır yazı mazı derken köşe yazarları geliveriyor aklıma. “Memlekette her dört kişiden üçü” bir köşede yazıyor. Bu, mürekkep balığının her türünü yemiş, damak zevki olan kişiler karşı köşeye öyle kızıyorlar ki; birbirlerinin anasına sövmemek için dillerini sokmadıkları yer kalmıyor. Sade vatandaşlar kime inanacaklarını şaşırıyorlar. Kimileyin sevdikleri köşe yazarının bile ağzından dökülenler sade vatandaşın tüylerini diken diken ediyor. Düşüncelerini anlamaya çalışırken üslubuna sırt çeviriyorlar.
Mesela, biri Kürt meselesine çözüm ararken şöyle bir cümle pırtıyor dudaklarından.”Seni dağa kaldırır seks kölesi yaparım…” Bir diğeri kendi köşesinden sesleniyor: “Ulan sırdaş medyanın ayazda kalmış eşeği…” Yanıt ertesi gün geliyor: “Terbiyesiz, tapir suratlı hödük, seni haremime hadım ağası yaparım, kaynanan bile şaşırır.” Uzatmayalım, karşılıklı atışmalar böyle uzar gider. Yandaş, Candaş, Sırdaş,Yoldaş, Cemaatdaş vb. medya grupları oluşmuş durumdadır, kimse durumdan vazife çıkarmasın. Şimdi bütün köşe yazarlarını zan altında bırakmak ayıp olur. Kendisini herhangi bir gruba ait görmeyen, ya da görüp de görmemezlikten gelen, veyahut ;bizatihi ben o grubun nüvesiyim diyen ehli namus, ilkeli, saçları lüleli, jöleli köşe yazarlarını tenzih ediyorum.
Yazdığımı okudum. Epey rahatlamışım. Sıra geldi Bayan Ğ’ye. Baştan belirteyim bu kadın benim müdürüm. Müdür demek tam karşılamıyor ama başka bir kelime aklıma gelmiyor. Bugün ona çok kızmıştım. Nedenini şimdilik saklı tutuyorum. Unutmazsam bir ara yazarım.

Bayan Ğ, bencil biri de olsa gazetelerde yazanlar onu da rahatsız ediyor, sanırım. Neyse ki; çok sık ve düşünerek okumadığı için fazla zarar görmüyor. Bedava şeylere bayıldığı için; her gün kapımıza bırakılan heybeli kovboylar tarafından dağıtılan gazeteyi seviyor. Onun derdi gücü, etrafı gözetleyip iş arkadaşlarını patrona gammazlamak. Şunu da rahatlıkla söyleyeyim ortada pek patrona yetiştirilecek olgu da yok. Aslında patronun adı da sanı da kendisi de yok. Nihayetinde bir kargo şirketiyiz. Dilimi tutamadım. Yine onsuz olması gereken yazıma girdi.”
Sabahın köründe bunlar niye uykuma sızdı bilmiyorum. Giyinmem ve işe gitmem lazım. Haydi hayırlısı.
Kapıda Bayan Ğ ile karşılaştım. Selam verdim. Her zaman ki gibi almadı. Yerleri silen temizlikçi kadını azarladı. Bu vesile ile selamımı almış saydı. Çaycı bize doğru seğirtirken Bayan Ğ’ye sordu.
-Çay içer misiniz?
-Ben istersem söylerim!
Yanaştım, yüzüne yüzüne ‘günaydın’ dedim. Bir adım geriledi. Burnunu hafifçe kaldırdı. O dona kaldığımız anda Bayan Ğ’nin güzel bir kadın olduğunu fark ettim. Kıpırdamadığı, konuşmadığı sürece.
-Bay M. Yüzsüzlüğünüze hayranım. Saatin kaç olduğunu biliyorum.
Vücudunu kullanarak havaya çemkirdi. Patronun odasına doğru yürüdü. Koridor, o yürüdükçe, gözlerimde balta girmemiş ormana dönüştü. Hiçbir hayvana hakaret etmemek üzere yeni bir tür icat etmem zorunlu oldu. Çemkirgen. Gerçi çemkirmek onun en insani yönüydü. Bu yüzden Bayan Ğ’nin en insancıl yaklaşımla bir “Çemkirgen “ olduğuna karar verdim. Patronun kapısını çalmadan girdi. Alışılmış sabah haberlerini muştulamıştır diye düşündüm.
“Bay M. her gün olduğu gibi geç kaldı. Bu konuda hiçbir şey yapmayışınız beni elemlere buluyor. Üstelik adamın kafası abuk sabuk bir sürü gazete kesiğiyle dolu.Gündüz yapması beklenen işleri gece evinde yapıyor. Burada sadece akışı takip ediyor. Bütün gün ya bir şeyler yazıyor ya da günlük gazeteleri okuyor. Yaptığı bu eylemleri bilgisayar ekranında gerçekleştiriyor. O okudukça, yazdıkça benim başıma ağrılar giriyor.Söyle bana ayna, ne yapacağım bu adamla? Seviyorum keratayı. Hem işini de iyi yapıyor. “
Saçını başını düzeltmiş, rujunu tazelemiş süzülüşle dışarı çıktı. Topuklu ayakkabılarının sesi bir adım önündeydi. Ses kapımda durdu.
-Bay M, kafamdaki fırtınanın farkında mısınız?
-Bayan Ğ, lütfen endişe etmeyin. Bilgisayardan baktım. Varması gereken tüm paketler hedeflerine ulaştılar. Yolda olması gerekenler de, belirlediğimiz noktadalar. Dünden bugüne sıfır hatayla yaşamı devrettik. Gidin, rahat rahat, rahatlatıcı bir bitki çayı için.
-Çay zaten bir bitki Bay M.
-Sizin varlığınız bile yanlışları düzeltiveriyor Bayan Ğ.
-Çok lafazansınız Bay M.
İçimden siz de çok habezansınız demek geçti ama…yemedi.

26 Kasım 2013 Salı

ka n

ki Karga 
bulanmışken 
alacakaranlığa 
kılıcında bir damla kan 
kuşanmadan kalmış durup kalmış 
kınında donmuş zaman

22 Kasım 2013 Cuma

Tribün Deyimleri


Bir de şöyle baksak deyip futbola,
Marlon Cahit Uzungece
Karga İçin Yazdı        
İyi Oynadık, Ama

Kaybedenin afyonudur, efkârlı bir sigaradır, bir akşam rakısıdır: “iyi oynadık; ama kazanamadık.”                
Buna avunma mı deseydik?
Orhan Gencebay’dan maç sonu “Bir Teselli Ver”.
Adı ne olursa olsun hem takım hem taraftar bu sözle bir itidal bulur.
Deniz mutedil dalgalı olur, içimizdeki o tsunami durulur olur. İyi bir şeydir bu, takıma olan inancı devam ettirir.
Bir direnme duvarı oluşturur, geçici bir siper de sayılır.
Bizi bir sonraki haftaya taşır.
En elzem ilaçtır.
Hakikaten şifadır.
Bu sözün içeriği belli bir kalıptır.
  • Dünyanın her yerinde kullanılır, 
  • evrensel bir şeydir yani. 
  • Ana fikir de hazırdır böylece. 
  • Bu kıssadan herkes payına düşen mutluluğu alır.
  •  İyi oynuyorsak 
  • kazanmamız 
  • an meselesidir.
Bu söz sadece tribünlerin deyimi değildir yorumlanacağı üzere; teknik direktörler, yöneticiler, futbolcular da bunu sezon boyunca yedekler.
Sanki bir “açıl susam açıl”dır.
Umuda ve sürprizlere dairdir.
İyidir, hoştur,
güzeldir.
Evet, kazanamadık; ama çok iyi oynadık.
Üzme kendini bu kadar Baggio.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Karakaş Kara Göz Elmas


Bülent Bingöl 
Karga İçin Yazdı
Aleyna bürosunda yönetim kurulu toplantısına hazırlanıyordu. Kara kaşlı, kara gözlü, güzel bir kızdı. Bürosu “Türkçe ad bulunamayan Tower’da gök kubbeye yakın, körfez manzaralı salon salomanje büyüklüğündeydi. Mobilyalar, votka adına benzeyen ünlü bir mağazadan alınmıştı. İçeri girmiş olsaydınız; kırmızı,siyah renklerin simetrik bakışmaları karşısında,Türkübarken uhrevi bir tarikatın zikir alanına dönüşmüş gibi duran bir mekan görürdünüz. Dostlar alış verişte görsün babından köşeye konmuş kitaplıkta dergiler pasparıldak duruyordu. Yalnızca bir rafında, yalnız başına Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah romanı vardı.

Diz üstü bilgisayarı masa üstüne konulmuş, Aleyna’nın gözleri ekranda piyasalardaki son duruma göz atıyordu.İçeri bir adam girdi. Üzerinde mavi önlük, mavi pantolon yaklaştı. Karşısına oturdu:

“Sizinle bir şey konuşmak istiyorum.”
“Buyurun sizi dinliyorum.”
“Kara Şövalye filmini izlerken ekranın altında başka bir filmin reklâmı girdi. Harrison Ford’un endişeli gözleri yine birilerini kurtarmaya çalıştığını belirtiyordu. Tanıdık birine benziyordu. Buldum. Orhan Pamuk. İkisi de benim gibi bazlama suratlıydı. Bütün kitaplarını okuduğumu söylemeliyim. En beğendiğim Kar. Aslında erkek yazarları pek sevmem; Virginia Woolf, SylviaPlath, Aslı Erdoğan, Ayfer Tunç sevdiklerimdir. Neyse; film yeniden başladı.

Jokerlerin piri, yüzünde bıçakla oluşturulan gülümsemenin ilk hikayesini anlatıyordu. Heath Ledger’ın adını anmamak haksızlık olur. Hele Batman ile yaptığı ahlaki sohbet Batman’in kostümünde onulmaz yaralar açmıştı. Joker’in yüz boyası kimyasal gözükmüyordu. Oysa Batman’in muşamba yamanmış yüzü; bir antibiyotiğin yan etkisi kadar masumdu. Bu kadar beyaz adamdan sonra Morgan Freeman, Batman’e yeni alet edavat, takım taklavat gösterisi yaptı. Alet fetişizmi James Bond serisinde de görülür. Babacan, mahcup gülümseme ustası, bazen tanrı Morgan Freeman’ı bu filmde biraz ciddi bulduğumu itiraf etmeliyim. “Freeman” adı zencilerin çektiği acıların bedeli midir bilmem. Bizim millet “Özgüradam” soy ismini kullanmaz, “Bedavadanadam” diye çevireni duyduğumu sanmıyorum. Hollywood, “Freeman” adını oldum olası sevmiştir.

Son yıllarda klasik dini isimlerin yanında, kutsal kitaptan gelişi güzel bakılarak ad koyma adeti inkar edilemez. Bunu eleştiren bir hoca efendiden “Bekir’in” deve yavrusu demek olduğunu öğrendik. Açıkçası şaşırdım…”

“Bunları bana niye anlatıyorsunuz?”
“Beni etraflıca tanımanızı istedim. Çünkü size talibim.”
“Bir dakika sen şu getir götür işlerini yapan Hasan Efendi değil misin?
“Adım Hasan, soyadım Efendi, doğrudur. Hangimizin işinde bir “getir-götür” eylemi yok ki?”
“Nasıl böyle bir şeye cüret edersin?”
“Susan Miller’ı okudum, falımda siz çıktınız.”
“Bana bak…”
“ Lütfen, fazla zamanınızı almayacağım. Size umutsuzca aşığım. En azından yüzünüze karşı söyleyeyim dedim. Ne yapsaydım yani; Televizyondan, bir evlendirme programından mı seslenseydim size. Yoksa, bilgisayar marifetiyle dürtse miydim?”
“Güvenliği çağırdım!”
“Gerek yoktu. Benim öyle ne olağan üstü kostümlerim ne de silahlarım var. Tek kostümüm tenim.”

17 Kasım 2013 Pazar

ismim bana lazım değil

A. Reşat Hançerci
Yine Karga İçin Yazdı

Kargadım
Konuyu isimlerle açar Tanrı Munçigi. Onun için kimin veya neyin tanrısı olduğu önemli değildir. “Ve tanrı kadını yarattı” gibi tartışmalara girmez. Yok kaburga kemiği yok kaburga dolması mitlerine hiç bulaşmaz. Sadece konuşur. İsimli bir açış onun sisli bir günde damlacık yağmurundan etkilenmesindendir. Sisi ,uhrevi bir manada algılamaz. Sis sistir ve isim isimdir. İçi islenip, hisle dolduğunda duygularını kelime olarak kusar. Elçisi falan olmadığından mütevellit, zihninde oluşturduğu mütevelli heyetine de zerre kadar itibar etmez. Öyle; içkin, aşkın, mündemiç, kerpiç gibi muhabbetlere girmez.
“Neyi açtığını bilmemek denli heyecan verici bir şey yoktur.” Tanrı Muçigi.
  • İsimlerle açmasının nedeni son zamanlarda “babakritik-anakronik” isimlerin üçlenmesi. 
  • Çocuklara üç isim verilmesine tav olur. 
  • Baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi dahil bütün üçlemelere karşıdır. 
  • Hele Sinema üçlemelerine ifrit olur. Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Tarık Tekçe, Orhan Veli Kanık hariçtir. 
  • Bu üç isme ve şahsa özel bir sevgi besler. İstisnalar kaideyi kaydırmaz.
  • İçinde “can” geçen üçleme isimler iyice yayılıp erozyona uğrayınca biraz mutlu olmuştur. 
  • Aşırı kullanılan isimlerin insanın yüzünü eskiteceğine inanmaktadır.
Aslında “üçleme” vakasının hırıstiyanik olduğunu. Adlara bulaşan bu alışkanlığın; İspanyolca konuşan milletler tarafından suyu çıkarılmıştır. “Gabriel Garcia Mendez Eldorado Verendez”, “Maria Soarez Mundis Ançuez Desperado Esperanto” gibi önü arkası bilinemez isimler,sanırım ikna edici olur. Allahtan adamlar çocuğu suya batırıp çıkarıyor, bir kulağa isim okunması adeti olsa yandı gülüm keten helva.
  • Jose Saramago yıllarını hırıstiyanik etkinliklere karşı yazmaya vermiştir. 
  • Kör olup görmezlikten gelmiş, 
  • fil olup yollarda unutmaya çalışmış, 
  • balona binip cehaletten kaçmış ermiş bir kişidir. 
  • Saramago’nun gizli bir üçüncü adı var mıdır bilinmez. 
  • Bilemeyiz. 
  • Tanrı Munçigi hiç bilmez çünkü bilmekten yorulmuş, bilme ağacını kökünden kesmiştir.
Efendim bir de iki ismin yanında her zaman söylenmeyen “göbek adı” denen bir isim vardır.
Bazı milletlerde görülür. Göbek dediysek, tabii ki göbeğe yazılmaz. Genelde şöyle yansır günlük hayata: doğan çocuğa dedesinin ya da nenesinin adı verilir. Bu adın modası geçmiştir. Çocuk da kendisini alaydan, kalaydan korumak için varlığını iddia ettiği göbek adını kullanır. Misal çocuğa Şaziment adı verilmiştir. Çocuk ise Nilsu adını kullanmaktadır çünkü bu ad onun göbek adıdır. Örneği incelersek: “Şaziment”, kimse kızmasın, laminant parke çeşidi yahut şanzımanla ilgili bir şey hevası vermektedir. Oysa “Nilsu” daha çok gideri olan bir isimdir. Gerçi arkadaşları Nilsu’ya , Şırılsu diye takılmadan edemezler. Ha!Ha!Ha!
  • Gelelim esnek isimlere. İlmi tabirle “flexible” da denen bu isimler, harf değişiklikleriyle sünerler. 
  • Sümerlerden beri vardır denir. 
  • Diyen diyor, torbası nerde bilinmiyor. 
  • Hemen örneklendirelim: 
  • Avatar esneyip Gavatar oluyor. 
  • Kavasa hatta Sivas’a kadar gidenleri duymadık değil.
Aile çekirdek aileye dönüşüp, anne babalar numunelik “bir adet” çocuk yaptıklarından, kızlı erkekli takılma anlarının kısalığından yapmaya vakit bulamadıklarından çocuk değerli mi değerli oluyor. Eee! Ona konulacak isim kutsallık kazanıyor. Piyasada isim kitapları türüyor. Bunlardan biri; konulacak ismin baş harfinden yola çıkarak çocukla ilgili çıkarımlar yapıyor. Şu harfle başlarsa lider olur ve iyi şiir okur.(R) Ötekiyle başlarsa ondan bir halt olmaz.(Ğ) Bunlar bizim katımızda safsata kabul edilir.
Peki senin adın ne cancağazım, dediğinizi duyuyorum.

“İsmim bana bile lazım değil, sen ne yapacaksın?” dedi.
(Orhan Veli/Hoşgör Köftecisi )

15 Kasım 2013 Cuma

boktanlık üzerine

                                                                         Harry G Frankfurt

M. Cahit Uzungece
Karga İçin Yazdı

“Boktanlık Üzerine”
Harry G Frankfurt’un 6.45’ten çıkan bir kitabının adı bu aslında, ben de hem adını ödünç aldım hem de yazımı bu kitap üzerinden kuracağım. Çünkü hakikaten çok analitik ve net özetlemiş ve hatta sanki bizim için kullanmış kelimeyi: Boktanlık.
Şöyle başlıyor kitap:
“Kültürümüzün en çok güze çarpan özelliklerinden biri de, bünyesinde fazlasıyla boktan barındırmasıdır.”
  • Buyurun bakalım. 
  • Üzerine ne diyeceğiz ki daha bunun? 
  • Tabi kültürün yarattığı bireyleri de muhatap alır Harry’nin saptaması. 
  • Öyle bir boktanlık ki bulaşmadığı işgal etmediği yer, şahıs, olay bilmem ne yok. 
  • Zaten Harry de şöyle devam ediyor: 
  • “Herkes bunun farkında. Herkes payına düşeni yapmakta… Durumu kabullenmiş gibi görüyoruz.”
Kızılderililerinki gibi mecazlı konuşmaları severim, bazen. Adamlar o yalın bilgelikle Kargaların gakladıkları yönden, boz çayır kuşunun konduğu daldan bahsederken aslında beyaz adamın ve hayat anlayışının, iktidar hırsının, mal düşkünlüğünün, mülk pişkinliğinin muhteris boktanlığına sokmuyor mu lafı… Eğlenceli oluyor. Zannederim ki bunu muhataplarını kırmamak için yapıyorlar. Yoksa birine, yahu sen ne fikr-i fukara bir adamsın, sen tenezzülcüsün, bre sen nasıl bir muhterissin ki kifayetten hepten yoksunsun. Ya da siz ne boktan adamlarsınız ki öyle teslim etmişsiniz iradenizi bir karanlık siyasi idareye… Evet, ağır olur böyle konuşmalar ve muhataplarını incitebilir. Onun yerine, Karga gündönümünde kabilenin ortasına sıçarsa, o bok kuruyana kadar boktan bir hayatınız olacak, diye analoji yaparlar.
“Neticede boktan’ın ne olduğuna, kendisinden neden bu kadar fazla mevcut olduğuna, ya da ne işe yaradığına dair çok net bir fikrimiz yok. Ayrıca bize ifade ettiği bunca şeyden ötürü kendisini vicdanen takdir ettiğimiz de yok.” diye geçilir bir diğer paragrafa.
  • Tabi ben bu satırları okurken bizim Harry’nin takma bir isim olduğunu, aslında memleketten biri olduğunu düşünürüm. 
  • Ya da derim ki, Harry G. Frankfurt bir Kızılderili ve böyle metafor konuşmaları seviyor. Ama canım zaten Kızılderililer de Türk değil mi diye hatırlayıp ben Harry’i tamamen bizden sayıyorum, ona içimden Hayri, diyorum. 
  • Sahi bizim mahallede bir Hayri vardı. 
  • Bir kahvehane bilgesiydi, seçim zamanı kahve toplantıları yapan siyasetçileri ilk cümlelerinden analiz ederdi. 
  • Münazara taktiğiyle hazırlamış samimiyetten yoksun cümleleri, sahte hitapları, sonra biz en iyisini bilir ve yaparız edalarını yutmazdı. 
  • Bunlar bize martaval okuyor derdi. 
  • Bakın, bu Hayri’ler hep böyle oluyor demek. 
  • Çünkü Harry martaval’a da şöylecene değiniyor kitabında:
MARTAVAL: Kişinin kendisine ait düşünceleri, hisleri ya da tutumları, yalandan farklı olarak, özellikle gösterişçi kelimeler ya da hareketlerle karşıdakini aldatacak tarzda gerçekte olduğundan farklı sunması.
Harry, bu martavallığın sadece sözlerle değil hareketlerle de icra edilebileceğini not düşüyor.
Hani âşık haliyle diyor ya şair nereye baksam kimi görsem sensin, diye. Öyle bir tabakhane kokusu var ki ortada, ne yana baksan boktanlık, kimi görsen martavallık, ne dinlesen zırvalık.
  • Peki, boktanlığı boktanlık yapan bir başka şey de ne olabilir? 
  • El cevap: 
  • Boktanlığı sahneleme sebebi.
  • Zannederim ki derdimi anlatabildim, Kızılderili tekniğiyle de olsa. 
  • Ama yazıyı şu alıntıla bitirmelisin dedi Çiko, kitabı burnuma uzatıp. 
  • Lan, sen uyandın mı? 
  • Kahvaltıda ciğer var, buyur… 
  • Bir günüm sensiz geçsin, bir yazı da sensiz bitsin, hay bin kunduz Çiko.
Ama dediğini yapacağım Çiko’nun. Buyurun, Harry G. Frankfurt’tan:
Dört Temmuz’da nutuk veren konuşmacıyı düşünün.
Gayet abartılı sözlerle şunları söyleyecektir:
‘Ataları ilahi işaretin ışığında insanlık için yeni bir başlangıç yaratan, büyük ve kutsanmış ülkemiz.’ 

Bu tabi ki martavaldır…
Ülkemiz gerçekten büyük mü, kutsanmış mı?
Atalar ilahi işareti gördüler mi?
Ya da yaptıkları şey insanlık için yeni bir başlangıç mı
?"

14 Kasım 2013 Perşembe

karga sözü


Bir Karga kavmine yapılacak
En kıymetli iyilik
Onlara cesaret vermektir,
dedi Karga.

melih cevdet'e dair

Halil Çetin 
Karga İçin yazdı
ANDAY
Muğla’nın Milas ilçesine bağlı Ören,  edebiyatçılar için önemli bir beldedir. Her yıl, temmuzda, ülkemizin ünlü şairleri toplanır bu beldede. Geçen yıl 7.si düzenlenen Melih Cevdet Anday Şiir Ödülleri’ni ben de izledim. Türk şiirinin iki büyük emekçisi Şair  İsmail Uyaroğlu ve Hüseyin Yuttaş’a verildi bu yıl ödüller. Coşkulu konuşmalarla Anday anıldı Ören’de.
Bir mühendis arkadaşımın davetlisi olarak iki gün Köyceğiz’de kaldım. Okumayı seven eski tiyatroculardan şair ruhlu arkadaşım Gökova’da  Halil’in Yeri’nde ağırladı ilk akşam bizi.  Sohbette Melih Cevdet de  Köyceğiz’de yaşıyor, dedi. Yarın briç lokaline gelir, sizi tanıştırırım, diye de ekledi muştusunu.
Ağustos ayı. Bir gün sonra lokalde arkadaşım briç oynuyor, ben de izliyorum. Lokalde bir hareketlenme oldu, herkes büyük sanatçıya saygıyla iyi akşamlar diliyor. Cesaret edemiyorum yanına yanaşmaya ama gözümü de ayıramıyorum ondan. İstanbul’da yaşayan halam geldi aklıma, arkadaşıydı onun. Bunu kullanacaktım. Karşısına dikildim, halamın adını duyunca yanında yer gösterdi. Bana halamın çiğköftesinden, içli köftesinden ve iyi bir okur oluşundan söz etti. Bir bilge gibi sözlerini seçerek konuşuyor ve gereksiz cümleler sarf etmiyordu. En son “Aylaklar “ romanını okuduğumu söyledim ve romanın içeriğiyle ilgili yorumlarda bulundum. Ben konuşurken araya girmedi, sonra da , “Bir çöküşün romanıdır o roman, tanık olduğum bir dönemi anlattım. Osmanlıdan kalma bir konak… Bu konakta gittikçe ufalan  bir aile vardır ve onların yanında asalak, tembel, aylak, işsiz güçsüz  yakınları yaşar. Bu aile zamanla  her açıdan çöker  ve sonunda dağılır. Amcamın ailesiydi bu.”dedi. Gözlemlerinin  gerçek olduğunu  ekledi. Saraylı bir aileden geliyordu demek.
Büyük Çınar yaşlanmış,  dili  biraz pelteliyordu.  İki yıl önce Mikado’nu Çöpleri’ni izlediğimi ve çok beğendiğimi söyleyince “Sahnelemek zordur o iki kişilik oyunu. “dedi kısaca. Türk sahnelerinin en çok sahnelenen bu oyunu için fazla bir şey söylemesini bekledim.  Oyun, zor bir çocukluktan sonra yaşama tutunmaya çalışan bir erkekle  zor bir yaşamdan sonra sokakta kalmış bir kadın arasında geçiyordu.
Orhan Veli’yi soracaktım, sıkıldığını hissettim.
Tiyatro konuşmak onu suskunlaştırmıştı. Ezberimde olan bir şiirini okudum kısık sesle. Dinledikten sonra izin istedi, tedavi görüyormuş solunumdan. Gözlerinin içi hala ışıl ışıl,  “hoşça kal” dedi.
Yürümekte zorlanan Çınarı gözden yitirinceye dek izledim. Arkadaşımın oyunu bitmişti. ”Ne konuşuyordunuz ?” dedi.  “Bir şeyler.” dedim.
Bu anı taçlandırıcı bir itirafta bulundum ona.  Bir torunum olursa ileride  adı  “Anday” olacak.
Bir yaşında  bir erkek  torunum var. Herkes soruyor adını neden Anday koydunuz, diye. Anlamı güzel diye yanıt veriyorum. Sadece edebiyatçı dostlarım, okuyan arkadaşlarım  sormuyor adın anlamını.
Bazen bir rüzgâr, yağmur ve belki de kar… Neler sürükler önünüze neler.
Köyceğiz’de Melih Cevdet’le oturuyoruz… Bana Anday’ı anı bıraktı.

Büyükada’yı çok severmiş. Oraya gömülmeyi istemiş midir?
Melih Cevdet Anday, 28 Kasım 2002'de solunum ve böbrek yetmezliğinden 87 yaşındayken vefat etti. Büyükada mezarlığında toprağa verdik. Çok sevdiği adasında yatıyor  şimdi.
Ören’de gelecek yıl, Temmuzda,  dokuzuncusu düzenlenecek  Melih Cevdet Anday Şiir Ödülleri’nin.
Yani yolunuz düşerse diyorum, Ören güzel bir belde; görün.
Melih Cevdet’i de unutmayın, en azından heykelini ziyaret edin.

13 Kasım 2013 Çarşamba

Kentsel Dönüş(tür)me



Hüseyin Adıbelli
Karga İçin Yazdı

Neredeyse her gün birilerine ait yaşam alanlarının değiştirilip dönüştürüldüğünü görüyoruz. Ağlaya sızlaya ya da güle oynaya yerinden yurdundan koparılan insanlar artık her yerde karşımıza çıkar oldu. Adı dönüşüme karışmamış yerleşim yeri neredeyse yok gibi…
  • Endüstriyalist kapitalizm, 
  • güçsüzleri, kuralsızları, 
  • düzensizleri
  • ya da kısaca norm dışı ilan ettiği her şeyi kontrol altına alabileceği yapay alanlara naklediyor. 
  • Öte yandan çevresinde olumlu hava estiren bu kavramın peşinden koşarak gidenlerin bile çok geçmeden sudan çıkmış balığa dönmesi bize bir şeylerin yanlış gittiğini gösteriyor.
  • O insanlar önlerine konan sosyal,
  • kültürel ve ekonomik bariyerleri görünce dönüşmenin ne menem bir şey olduğunu anlıyorlar anlamasına da seslerini yükseltmeye başladıklarında çoktan ok yaydan çıkmış oluyor. 
  • Kentsel birlik formatına rağmen bir kopuş sürecine dönüşen bu hoyrat serüven aslında kadim kent tanımına aykırı düştüğü gibi bir yerde de insanlık tarihine ihanet ediyor(!)
Zira kentler yaşayan birer organizma olarak görülmektedir. Uzun yıllara dayalı yaşam biçimini teknoloji, sosyal veya kültürel alanındaki gelişmelerle kademeli olarak yenileyebilme yeteneğine sahiptir. Bu yüzden sosyal ve kültürel doku değişmeden, entegrasyon ya da etkileşim dikkate alınmadan yapılan günümüzdeki planlamalar kısa sürede iflas ediyor.
Oysa Antik Çağ’da kent deneyimler, ortak akıl ve işbölümü ile dinamik hale getirilmiş bir ortamdır. Böylelikle yöneticisinden kölesine kadar işbölümü ile uzlaşma, bir arada yaşam kültürü oluşturulmaktadır. Onu parçaladığınız takdirde kent olabilmenin yapı taşları dört bir yana dağılmaktadır. Gerçi mülkiyet hakkı kentlerde çok erken dönemlerde maddileşse de baştan beri rekabet ortamının kurulması yenilenmeyi sağlamaktadır. Tüm bunlara bakarak günümüzde de kenti kent yapan insan öğesinin ruh ve bilinç oluşumundaki varlığını işin işine katmak gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Katılmadığı sürece de yeni terk edilmiş sitelerin ortaya çıkması kaçınılmaz gözüküyor. Kaldı ki bugün hedef tahtasına konan kent ve binalar değil, temelde insan, hayat ve zihniyet olmaktadır.
  • Öte yandan kentler kır yapısından ne kadar uzaklaşmışsa üretim dinamikleri ile zaten kendi yapılarını sürekli değiştirebilmekteler.
  • Onların böyle olmaya zorlayan biyolojik bir yapıları mevcut. Kent tarihçileri şehirlerin dönüşümlere sadece şahit olan değil aksine onları etkileyen ve yön veren birer güç olduğu konusunda hemfikirler. 
  • Tarihte devingenliklerini kaybeden kentler kısa sürede toprak altına gömülüp giderken, ayakta kalanlar sağlıklı mekanizmalarının sağladığı enerji ile yoluna devam ediyor.
  • Tabi bugünkü dönüşüm anlayışının özünde büyük sermayenin olması da ayrı bir konudur. 
  • Sermaye mantığı proje yapmaya hevesli olduğundan da yaptıklarının merkezinde insan hep geri plandadır. 
  • Doğası gereği bilime inanmayanların plânlamalar yapması mantığına aykırı olduğundan proje adı altında yapılanlar mekan üzerinedir. 
  • Bu yolla tarih boyunca hep dönüşmüş olan kentler artık Fordist düşünceyle dönüştürülmekte, hatta bazı yerlerde bazı eller tarafından bölüştürülmektedir.
Kim ne derse desin, rant mutlaka taraflardan birinin kasasına giriyor. Bu noktada da yerinden yurdundan edilenlerin cebine girmediği muhakkak.
Neoliberal politikalarda zaten bu yeni kentleşme modeli gelir dağılımındaki bozukluk üzerinden yürütülüyor. Sağlıksız, kaçak yapılaşma ya da sit kararları bahanesiyle hizmet götürülmeyerek fonksiyonları bozulan çöküntü alanları tepeden inme politikalarla kolayca ranta dönüştürülebiliyor.
Liberal yaklaşımlar kırık döküklüğü tamir etmek yahut çöküntüleri kurtarmak yerine dibine kibrit suyu ekme eksersizini her zaman olduğu gibi layıkıyla yerine getiriyor.
Toplu konut adacıklarına taşınmaları halindeyse insanı kapitalizmin istediği kıvama getirme projesi gerçekleşmiş oluyor.

12 Kasım 2013 Salı

kargacıl

Artin Reşat Hançerci
Karga İçin Yazdı

Ulan dedim kendi kendime niçin yazıyorsun?
Cevabım; akıllara zarar, delilere karar:
Karga için yazıyorum dedim kendime.
Bir oturdum klavyenin başına pir oturdum.
Maziyi humayun, geçen yaz, oku dedi.
Okuduklarımdan aşırdıklarım aşağıda beğeninize amade olsun ama kalmasın gözünüzde:

I

Boris Vian bir kızla tanıştırdı beni.
Sunday Love.
Sayın ağbilerim, ablalarım; kızlı erkekli duyduğunuz bu “ismi güzellik” insanı aşklara gark etmez mi?
Kolay kolay aklımda kalmaz dedim ya serde vurdum duymazlık var.
Bu Sunday Love kafama kazındı.
Onun için bir roman yazılmaz ise gözü açık gider bütün umumi zamparalar.
Colette abla orda dur dedi “Cicim”!
Çapkın bir edayla; ‘Piccola Principessa’ deyiverince.
İşin pirinci ortaya çıktı.
Sayfa 64: “Manastırda bir erkek! Bir yaşıma daha girdim, ne kadar tahrik edici.”  
Sayfa  122: “Aynı terliği parçalamaya alışmış iki köpek gibi buluştuk.”  
Aşk! Minel Aşk! Evet bahsi geçen bir aşk idi ama anlatımını bir kadın damıtmıştı.
Kadın erkekten büyüktü zahir ve cevahiri kurtarmak adına; “…yaşını başını almış kadınları, önce korse giymeye, arkasından saçlarını boyamaya, en sonunda da şık iç çamaşırlarını ihmal etmeye kadar götüren tedrici rehavetten kendini korumuştu.”
Şimdilerde, insanlar kızlı erkekli nezaketten taharetle, duş takımlarından çok tuş takımlarıyla ilgilenmekteler. Telefonlara abanmaktan vakit kalmayınca çamaşırlar kahve falına meyletmekte.
Umarım tarota kadar vardırmazlar içlerindeki madrabaz eğilimleri.

II
Biraz ciddi meselelere girersek Bernard Malamud’un “Tamirci” sinden başlayabiliriz.
İftiraya uğramış bir Yahudinin yaşadıkları.
Dünya nasıl kötü olabiliyor, insanlar nasıl kötü olabiliyor, kime karşı?
Yine insana karşı.
Hal böyle olunca sığınılacak yerler az.
Kişiler az.
Tanrı var, belki.
Sayfa 66: “ Tarih okumaktan yorgun düşerek Spinoza’ya geri döndü. 
Din kitaplarını, batıl inançları ve mucizeleri eleştiren, neredeyse ezbere bildiği bölümleri yeniden okudu. 
Bir Tanrı vardıysa bile, Spinoza’yı okuduktan sonra dükkanı kapatıp, gitmiş, sadece bir fikir olarak kalmıştı.”

III
Chaucer’ı üniversite yıllarımdan tanırım.
Ders olarak okumuştuk.
Öğrenci fakirliğinden o meşhur ve muhteşem eserini alamamıştım.
Fotokopi sihirbazı sayesinde parçalarına bulaşmış, haz almıştık okumaktan.
El altında her daim bulunması gereken
Canterbury Hikayeleri günümüzde daha bir ehemmiyet kazanmıştır.
Ehemmiyet derken emniyetin önemine binaen mevzuuyu dillendirmiyorum.
Kitabın polis devletiyle alakası yok.
Daha çok din adamları ve dini ciddiye alan insanlarla ilgili.
Önemi de buradan baş gösteriyor.
Dünya dine meylederken Chaucer okumamak, Mamakta cezaevi yoktur demekle koşut.
Sayfa 46: “Altın paslanırsa demir ne yapsın? Güvendiğimiz papazlar şaşırırsa yolu, sıradan dindarların pasına hiç şaşmamalı.”
Sayfa 68: “Oysa hayvanlar bile daha fazla zevk alıyorlar dünyadan çünkü ölümden sonra ıstırap ve göz yaşı yok onlara.”
Sayfa 94: “Cennette Luna/ Dünyada Diana/ Cehennemde Proserpina
Sayfa 108: “Ölümdür bütün dünyevi acılara merhem.”
Sayfa 312: “Radix malorum est Cupiditas. (1.Timoteos’a   vi.,10)
            Bütün günahların bir kökü para sevgisidir.
Sayfa 332: “Tanrı’ya şükürler olsun ki ben çıktım beşe
           Başım üstünde yeri var,  yine de itirazım yok altıncı eşe.”                    
Sayfa 363: Notlar (Bath’lı Kadın’ın Hikayesinden):
“Ve her birinin en güzel yanlarını tattım,
Hem para keselerini, hem  alttaki keselerini boşalttım...
Beş değişik kocanın mektebinde yetiştim ben de.”


Kitaplardan bahsetmek güzel ama herkes bu tadımlık demlerden hoşlanmayabilir.
Bir hamiş yapmak gerekirse, gereksin, biz de yapalım.
Bazen bir bütünden ziyade, bölük pörçük şeyler okumak insanda mozaik pasta etkisi yapar.
Kimi pastayı sever kimi sevmez.
Sevenlere selam, sevmeyenlere selam; gökten üç silahşor düşmüş!
Athos, Porthos, Aramis!

10 Kasım 2013 Pazar

Şükrü Erbaş'ın Çığlığı


A. Reşat Hançerci
Karga İçin Yazdı

Şükrü Erbaş ile 25 Nisan 2009’da İzmir Kitap fuarında tanıştım. Söyleşilerden birine amaçsızca katıldım. Karşımda hiç tanımadığım bir adam, Şükrü Erbaş vardı. Dinledim ve sevdim.
Toplu Şiirler-1 kitabını aldım.
Şiirlerini de sevdim. Örneğin:

ÇIĞLIK

Yankısı boşlukta kalmış bir içli çığlık
Elektrik direğine tebeşirle yazılmışlar:
Seni seviyorum

Direnip durdu günlerce
Zamanların bulutundan süzülen
Hüzün yağmurlarına
Tuhaftır silinmedi.

Kimdir, hangi çalkantıda
Salmıştır çığlığını yolların ucuna?
Almış mıdır bir yazıda donup kalmış titreşimi
Yüreğinin ocağına o gönül üzüncü?

Sevmek derinimizde gülü solmuş bir zaman
Geçtik her seferinde aynı soruyla
Düğümlenmiş bir duyguyu çözüp bağlayarak:
“Sevdiğine yanıt vermedikten sonra
Başka kime yanıt verir yeryüzünde insan?” *
                                        *Albert Camus

Şükrü Erbaş’ın Çığlığını okuyunca Munch ve Çığlık'ı aklıma geldi.
Bir şiirdeki gizemli imgeyi bulmuş gibi sevindim.
Artık tebeşir kalmadı ki ahşap üstüne “seni seviyorum” yazmanın tadına varalım.
Cep telefonu tuşlarında dans eden baş parmaklar başka düşlerin nasırını tutuyor. Sanal alemde kimse kimsenin yüzüyle karşılaşmadan, geçtim “seni seviyorum” demeyi neredeyse halvet oluyorlar.
Albert’in dediği üzerine düşündüğümde şunu diyorum:
  • Günümüzde insanoğlu ve kızı 
  • sevdiğinin dışında herkese yanıt veriyor. 
  • Sanal olarak her şeye ulaşıyor.
  • Her şeyi satın alıyor, 
  • her şeyi satıyor.
Umudumu yitirmiş değilim çünkü tebeşiri olmadan da direklere yazı yazacak insanlar var, hep de var olacaklar.
Gelelim direkler mevzuuna;
elektrik direğinden geçelim Metin Altıok’un Telgraf Direklerine:
“…
Kuşlar konar omuzlarına
Süslemek için gömleğini,
Kuşlar ki bozkırın apoletleri
…”
Teknoloji ilerlerken ardında bıraktı o ağaç gövdelerinden yapılma telefon direklerini.
Her yol hikayesinin jönü olmasalar da önemli karakterlerindendi direkler.
Otobüs yolculuklarının gizemli, yalnız koruyucularıydı onlar.

8 Kasım 2013 Cuma

çat çat ve orhan veli


Çat Çat
1940’ların sonunda Karaköy Perşembe Pazarında bulunan salaş meyhanenin adıdır.
Asıl adı Hoşgör’dü ve Derviş adında biri tarafından işletiliyordu. Çat Çat adını mekânın baş müdavimi Orhan Veli takmıştı.
Salah Birsel’e göre köfteci, Mehmet Kemal’e göre balıkçı meyhanesiydi. Ama bu iki tanık da mutfakta çalışan Mualla Abla’nın, Orhan Veli’ye hafiften âşık olduğu konusunda hemfikirdi.
Sabahattin Ali, Bedri Rahmi gibi dostları Orhan Veli’yi bulmak için çat kapı Çat Çat’a giderdi. 
Rakı içecek paraları olmadığı için burada ucuz Güzel Marmara şarabı içiyorlardı. 
  • Mehmet Kemal, 
  • Mualla Abla pişirdiği balıkları servis ederken, 
  • İstanbul’a yerleştikten sonra 
  • sakalı koyuverip 
  • devrin bobstil modasına uyan Orhan Veli’nin 
  • bu kalender yoksulluktan büyük keyif aldığını anlatır.
Ölümsüz, İstanbul’u Dinliyorum şiiri bu dönemin ürünüdür.

Kaynakça:
Rakı Ansiklopedisi, Sayfa 152
Mehmet Kemal, Acılı Kuşak
Salah Birsel, Boğaziçi Şıngır Mıngır

6 Kasım 2013 Çarşamba

Madam Bovary’nin Trajik Sonu

Çağan Diken
Karga İçin Yazdı

Gustave Flaubert’in yazdığı “Madame Bovary” adlı eser 19. Yüzyıl Fransa’sında romantik kişiliği dolayısıyla gerçek aşkı ve heyecanı arayan Emma Bovary’nin hayatını konu alır. Roman evlilik, ihanet ve intihar üçgeni içinde geçmektedir. Roman boyunca Madame Bovary’nin iki kişilik arasında yaşadığı çatışmalar ve çelişkiler ele alınır. Bunlardan biri toplumun dayattığı Madame Bovary karakteridir, diğeri ise şehvet, heyecan ve aşkı arayan Emma’dır. Gerçek aşkı ve tutkuyu arayan Emma, elde ettiklerinden asla memnun olmaz. Madame Bovary’nin bu memnuniyetsizliği doyumsuz bir kişiliği olmasından kaynaklanır. 
Kişiliğinin böyle olmasındaki etkenlerden bazıları okuduğu eserler, toplum ve yetiştiği çevredir. Madame Bovary en sonunda istediklerinin hiçbirini elde edemeyince hayata karşı yenilgisini kabul ederek intihar eder. Emma’nın bu kararını dolaylı yoldan Charles ve Rodolphe etkilemiştir fakat onun bu gerçeklerden kaçışı kendi doyumsuzluğundan kaynaklanmaktadır. Eserde Emma’nın doyumsuzluğu ve gerçeklerden kaçışı semboller ve ironiler yardımıyla ortaya konulmuştur.
  • Emma ilk hayal kırıklığını Charles ile olan evliliğinde yaşamıştır. 
  • Bu evlilik ile ilgili umutludur, mutlu olacağına, sınıf atlayacağına inanmıştır. 
  • Ancak Charles kişiliğinde, Emma’nın bir erkekte istemediği tüm özellikleri barındırmaktadır. 
  • Emma bir erkeğin güçlü, bilgili ve cesur olması gerektiğine inanır fakat Charles bu özelliklerin hiçbirine sahip değildir. Aksine ürkek, çekingendir ve Emma’nın bir erkekte olmasını beklediği bilgi ve anlayıştan yoksundur: “Onu asıl çileden çıkaran Charles’ın çekmekte olduğu acıdan haberi yokmuş gibi bir tavır takınmış olmasıydı. 
  • Charles karısını mutlu ettiğine inanmıştı, bu da genç kadına aptalca bir hareket gibi geliyordu. Charles’ın buna inanmasını ise bir nankörlük saymaktaydı.”(153). Daha romanın başında Charles’ın kişiliği okuyucuya kasket sembolüyle verilir. 
  • Charles kasketini düşürünce, yerden alsa mı, kafasına taksa mı bilemez, ürkek davranır. Bu sembolle utangaçlığı, korkaklığı okuyucuya aktarılır. Charles Bovary’nin kişiliği hakkındaki ilk ipuçlarına sahip oluruz. 
  • Nabokov’un da belirttiği gibi: “O da cansıkıcı, hantal, miskin bir adamdır, albeni, beyin, kültür denen şeylerden nasibi olmadığı gibi, kendisine geleneksel kavram ve alışkanlıklardan, eksiksiz bir de takım edinmiştir.”, Charles Bovary, Emma’nın beğenebileceği bir erkekten oldukça uzaktır. 
  • Bu yüzden Emma bu evlilik boyunca, Charles’ı asla yanına yakıştıramaz, kendine layik görmez. Örneğin; Vaubyessard Şatosu’ndaki baloya gittiklerinde Emma Charles’dan utanır ve onu tersler, çünkü baloda onunla görünmek istemektedir:


“Charles’ın pantalonu göbeğini sıkmaktaydı:
“Dans ederken ayağımın altındaki kayışlar rahatsız edecek beni,” dedi.
Emma “Dans ederken mi?” diye sordu.
“Evet!”
Genç kadın “Delirdin mi ayol!” dedi. “Alay ederler seninle, otur oturduğun yerde!”  (86)
Emma’nın evliliği bu balodan sonra daha da kötü bir hal alır. Bu balodan öylesine etkilenmiştir ki, eve döndüğünde bunun hayaliyle yaşamaya devam eder: “Emma için bu balonun hatırası, hep zihnini kurcalayan bir şey oldu. Her çarşamba günü sabahleyin uyanırken, “Hah! Sekiz gün önce… on beş gün önce… üç hafta önce oradaydım,” (94), diyordu kendi kendine.”. 
  • Kendini gerçekten de o dünyaya aitmiş gibi görür ve yaşadığı yer ona daha önce olduğundan daha da sıkıcı, bunaltıcı görünür. 
  • Böylece Emma bu tekdüze hayatına tam alışmışken kendini yine kopmuş bulur. Karısının sıkıntılarını hiçbir şekilde göremeyen Charles ise hayatından gayet memnundur. 
  • Charles’ın hiçbir şeyin farkında olmayışı Emma’yı ondan iyice uzaklaştırır. Emma sürekli yaşadıkları yerden şikayet etmeye başlar, ancak o zaman Charles Emma’nın mutsuzluğunun farkına vararak karısının mutsuzluğunun yaşadıkları yerden ileri geldiğini sanır. 
  • Bu düşünceden yola çıkarak başka bir yere yerleşmenin ona iyi geleceğine karar verir.
Yonville’e doğru yola çıktıkları zaman Madame Bovary hamiledir. Bu hamilelik onu bir nebze olsun evliliği hakkında umutlandırmıştır. Emma’nın tek dileği, bu çocuğun erkek olmasıdır çünkü kendi çektiği acılarla çocuğunun da yüzyüze gelmesini istemez. O erkeklerin her zaman daha güçlü, daha özgür olduğuna inanmaktadır. Bu yüzden onlar mutluluğa kadınlardan daha kolay ulaşabilirler:
“Bir oğlu olsun istiyordu; güçlü, esmer olacaktı; adını Georges koyacaktı; bir erkek çocuğu olacağını düşündükçe de, geçmişteki bütün yoksunluklarının öcünü umut halinde almış gibi oluyordu. Bir erkek özgürdür hiç olmazsa; her tutkuyu tadabilir, her diyarı dolaşabilir, engelleri aşabilir, en uzak görünen mutluluklara erişebilir. Bir kadının önünde boyuna bir sürü engel vardır. Hem hareketsiz hem gevşek olduğundan, bedeninin gevşekliği, boyun eğmek zorunda olduğu yasal bağlar onun aleyhine işler. Tıpkı bir şapkanın şeritle tutturulmuş peçesi gibi, iradesi de rüzgarın her esişinde çırpınır; böylece, bir kadını daima sürükleyen bir arzu, daima alıkoyan bir bağ, bir düzen vardır.” (130)


Maalesef bu konuda da hayal kırıklığına uğramış ve bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. Böylece bu evliliğe dair umudu tamamen kırılmış ve çocuğunu hiçbir şekilde sevememiştir. Emma’nın kızına verdiği isim bile bir tesadüf değildir, onun sınıf atlama isteğine bir örnektir. Kendini aristokrat sınıfa ait gördüğü için, kızına da böyle bir ismi uygun görür: “Sonunda Emma, Vaubyessard Şatosu’nda markizin bir genç kadını Berthe diye çağırdığını hatırladı; o andan başlayarak o ad seçildi.”(132) Emma’nın ölümünden sonra, Charles’ın da ölümüyle beraber Berthe halasının yanında yaşamaya başlar, halasının maddi durumu iyi olmadığından Berthe bir iplik fabrikasında çalışır. Flaubert romanın sonunda Emma’nın romantik tutkularıyla bu şekilde dalga geçmiş ve aristokrat sınıfa ait bir isim koyulan kızın işçi fabrikasında çalışarak sonlanan hayatıyla ironi yaratmıştır.
  • Elindekiyle mutlu olmak Emma için mümkün olan bir şey değildir. 
  • O her zaman daha iyisini, ulaşamadığını istemiştir. Emma’nın böyle biri olmasındaki en büyük etkenlerden biri de okuduğu eserlerdir. 
  • Dönemin Fransız Edebiyatına romantizm akımı hakimdir. Daha rahibe okulunda okuduğu yıllarda Emma gizli gizli bu kitapları okumuş ve kendi hayatının da bir gün böyle olacağını hayal etmiştir, hatta taşralı bir kız olduğunu asla kabullenememiştir. 
  • Nabokov, Emma’nın okuma alışkanlıklarını şöyle eleştirir:
“Emma romansların, az çok egzotik denebilecek romanların, romantik şiirlerin bıkmak bilmez bir okurudur. … Ama önemli olan yazarların iyi ya da kötü olmaları değil. Önemli olan onun kötü bir okur olmasıdır. Kitap okurken heyecanlarına kapılır, sığ ve çocukça bir biçimde kendini şu ya da şu kadın roman kişisinin yerine koyar.”
Bir gün o kitaplardaki gibi şatolarda yaşayacağına, tutkulu, şehvetli bir aşka sahip olacağına kendisini öylesine inandırmıştır ki, hayatındaki hiçbir şeyle yetinemez ve gerçekleri adeta görmezden gelir:
“Yaşadığı anın parıltısı karşısında o ana kadar çok belirli olan geçmişteki hayatı olduğu gibi kayboluveriyor, bu hayatı yaşamış olduğundan neredeyse şüpheye düşesi geliyordu. Emma buradaydı; balo salonunun çevresinde, bütün başka şeylerin üzerine çökmüş olan loşluktan başka bir şey görülmüyordu.” (89)
Charles ise Emma’nın istediği hiçbir özelliğe sahip olmamasına rağmen onu mutlu etmek ister ve karısını gerçekten sever fakat Emma Charles’dan o kadar uzaktır ki, onun yaptığı hiçbir şeyden mutluluk duymaz ve bu evlilikte kendini kapana kısılmış gibi hisseder. Yaşamını böyle geçireceği gerçeğine dayanamaz.


Emma’nın ölümünü dolaylı yoldan etkileyen, onu hayal kırıklığına uğratan bir başka karakter ise Rodolphe’dur. Emma Yonville’de Rodolphe ile tanışır. Charles’ın aksine bilgili, güçlü bir erkektir, zengindir. Emma, onunla beraber istediği her şeye sahip olacağını düşünür. Rodolphe aynı zamanda kadınları çok iyi tanıyan, ne istediklerini bilen bir adamdır. Bu yüzden Emma’yı elde etmek için de ne yapması gerektiğini çok iyi bilir ve Emma’yı onu sevdiğine inandırır. Emma romantik eserlerden gördüğü bu şehvete, gizli buluşmalara özenir, Rodolphe’un aristokrat sınıfa ait olması da onu cezbeden bir başka özelliktir. Rodolphe, Emma için bambaşka bir dünyayı temsil eder, Charles’da arayıp bulamadığı tüm özellikleri Rodolphe’da bulmuştur:
“En sonunda, sevginin zevklerine, mutluluğun artık umudunu kesmiş olduğu o hummasına kavuşacaktı demek, ha? Olağanüstü bir şeyin içine girer gibiydi; burada da her şey tutkudan, coşkudan, sayıklamadan ibaretti; mavimsi bir sonsuzluk her yanını sarmıştı; duyguların doruğu, düşüncelerinin altında ışıldıyordu; sıradan, gündelik hayat ise ta uzaklarda, aşağıda, loşluk içinde, bu yüksekliklerin arasından görünüyordu gözlerine.” (210)
  • Emma ona o kadar bağlanır ki, geride bırakacaklarını bir an bile düşünmeden onunla kaçmaya bile cesaret eder. 
  • Onun için artık sadece Rodolphe vardır, öteki sıradan hayatını görmezden gelmektedir. Rodolphe’un onu gönülden sevdiğine, onunla kaçacağına gerçekten inanır. 
  • Oysa Rodolphe için Emma elde ettiği sıradan kadınlardan bir tanesidir. Emma’nın gözünü boyamak, onu sevdiğine inandırmak Rodolphe için hiç de zor olmamıştır. 
  • Emma’ya söylediği süslü sözlerle adeta onu ayakta uyutur: “Rodolphe:“Belki yüz kere gitmek istedim hatta, ama peşinizi bırakamadım, yine kaldım.”” Emma, Rodolphe’a hediyeler alır. Bunlardan biri yaldızlı, gümüş saplı bir kırbaçtır üstünde latince “gönülde aşk” mühürü bulunmaktadır. 
  • Flaubert burada kırbaç sembolünü bir ironi ile beraber kullanır. Kırbaç gücü temsil eder, bu yüzden Emma ona kırbaç alır çünkü Rodolphe ilişkilerinde güçlü, baskın taraftır ayrıca bir erkekte görmek istediği bir özellik olduğu için gücü temsil eden bir hediye tam Rodolphe’a göredir. “Gönülde aşk” mühürü ise Rodolphe, Emma’yı gönülden sevmediği için bir ironi yaratır. 
  • Burada geçen bir başka sembol ise Rodolphe’a hediye olarak aldığı sigara tablasıdır, bu da Rodolphe’u, Vikont gibi yükseklerde görmesini temsil eder. 
  • Rodolphe da aristokrat sınıfa ait, önemli bir insandır ve Emma’nın ona bu kadar bağlanmasının en büyük sebeplerinden biri de budur. Ancak Rodolphe, kandırdığı her kadına yaptığı gibi Emma’yı da yüzüstü bırakır, terk eder. 
  • Emma bir türlü kendine gelemez, aylarca yataktan çıkmaz. Bu onu ölümüne sürükleyen en büyük nedenlerden biridir. Ama Emma’nın doyumsuz kişiliği zaten onun bir gün Rodolphe’dan sıkılmasına yol açacak ve Rodolphe onu terk etmese de o bir yerde yine daha fazlasını isteyecek, mutlu olamayacaktır. Zaten Rodolphe her ne kadar yüksek bir sınıfa ait olsa da Emma için yeterli değildir. 
  • O büyük bir şehirde, şatolarda yaşama hayalini kurar. Rodolphe, Charles’a göre daha iyi bir seviyede olduğu için Emma’yı etkilemiştir, fakat ona alıştığında bütün bunlardan da sıkılacak ve daha iyisini isteyecektir. Bu sebeple yine bir şekilde ölüme sürüklenecektir.
Emma’nın sınıf atlama çabaları her defasında onu yukarıya taşımaktan çok  daha da aşağıya çekmiştir. Kendi hayal dünyasında yaşaması ve gerçekleri kabullenememesi onu mutsuz bir insan haline getirmiş ve hiçbir şeyden asla tatmin olamamasına yol açmıştır. Romanda Madam Bovary doyumsuzluğu nedeniyle yanlış kararlar ve yanlış seçimlerle kendi sonunu hazırlamıştır.

Kaynakça:
Flaubert, Gustave. Madame Bovary. Çev. Samih Tiryakioğlu. İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.
Nabokov, Vladimir. Edebiyat Dersleri. “Madame Bovary”. Çev. Fatih Özgüven ve Nihal Akbulut.
Kelime sayısı: 1494

3 Kasım 2013 Pazar

attila ilhan'la bir gün


Halil Çetin
Karga İçin Yazdı

1977 yılıydı; üniversitede tez konum “Divan Şairi Nedim ile günümüz şairi Attila İlhan’ın şiirlerinde görülen tema benzerlikleri”ydi. Ahmet Erbaş Hocam bu tez konusu için görüşme de talep etmiş ve arkadaşı Attila İlhan’dan Bilgi Yayınevi’nde danışmanlık yaptığı odada randevu bile ayarlamıştı bana..
“sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul'du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu.
(1)
diyen ezberime giren bu şairi tanıyacaktım ha… Ne zor saatler deyip sabır çekerken kendimi gazeteler, dergiler ve kitaplarla kaplı bir odada buldum. İki elim önümde kilitli, tir tir titriyorum. Kendimi tanıttım, Ahmet Bey’in selamını söyledim. Nereli olduğumu sordu, söyledim.
Sevdiğim şairleri sordu, onları da saydım. Nedim’in şiirlerini kendi okudu ve benim yorumlamamı istedi. Konuşmak ne mümkün, kekeleyerek ne anladığımı anlatmaya çalışıyorum. “Otur” komutuyla kitap dolu bir sandalyeye iliştim, kalktı kitapları aldı küçük masasının üstüne koydu. Oturdum. İlk sorumda kendi ağzından yaşamının özetlemesi vardı.
“içimdeki gökkuşağı besbelli neden
bulutların içinden kuşlar yağıyor
bir şiire başlarsın birini bitirmeden
hiç kimse gözlerine inanamıyor
sevmek için geç ölmek için erken”
(2)
1925'te Menemen'de doğduğunu;
adının Attilâ Hamdi İlhan olduğunu; bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleri dolayısıyla daha 16 yaşındayken iki ay hapis yattığını anlattı ilk önce. Lise son sınıftayken Cebbaroğlu Mehemmed şiiriyle bir partiden ikincilik ödülü kazandığını; 1948'de Paris’e gittiğini; ilk şiir kitabı Duvar'ı kendi olanaklarıyla çıkardığını; Türkiye'ye dönüşünde başı polisle derde girdiğini ve Sansaryan Han'daki sorgulamalarda ölümü, tehlikeyi, gerilimi yaşadığını ve bunu şiirlerinde tema olarak işlediğini irdeledi sonra. 1950’li yıllarda İstanbul - İzmir - Paris üçgeni arasında olduğunu 1968'de Edebiyat Öğretmeni Biket Hanım’la evlendiğini, 15 yıl evli kaldığını hüzünlü bir tavırla dile getirdi. 1973’ten bu yana Ankara’da Bilgi Yayınevi’nde danışmanlık yaptığını söyledi en son.
“Edebiyatın önemli bir adı olmak nasıl bir süreçten geçirdi sizi”ydi ikinci sorum:
“bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
geceler uzar hazırlık sonbahara”
(3)
Garip Akımı ve İkinci Yeni şiirine karşı çıkarak başlamış şiir serüveni. “Maviciler” akımıyla toplumcu gerçekçi şiiri getirmek, Nazım Hikmet’in bir sürdürücüsü olmak istediğini ; şiire yeni bir ses düzeni, taşkın, coşkulu bir anlatım ve kendisine özgü bir duyarlılık katmaya çalıştığını; divan şiiri ve şarkılardan yararlandığını ve özellikle de tutukluluk günlerini ve toplumculara hükümetlerin nasıl eziyetler çektirdiğini birkaç anısıyla anlattı. Geçimini senaryo ve romandan kazandığı paralarla mütevazi bir şekilde sürdürdüğünü de ekledi.
Açılmıştım, bir sürü soru daha…Sakin, sevimli ve taşkın bir söylemle yanıtlar…
“ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
azıcık okşasam sanki çocuktular
bıraksam korkudan gözleri sislenir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir
hayır sanmayın ki beni unuttular
hala ara sıra mektupları gelir
gerçek değildiler birer umuttular
eski bir şarkı belki bir şiir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir
yalnızlıklarımda elimden tuttular
uzak fısıltıları içimi ürpertir
sanki gökyüzünde bir buluttular
nereye kayboldular şimdi kim bilir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir”
(4)
O günlerde dillere dolanan güzel bir aşk şiiriydi benim için. Şiiri hangi duygularla ve nasıl bir yaşantıyla kurguladığını sordum. Çok mu kadın girdi yaşamınıza diye de ekledim. “Böyle bir sevmek görülmemiştir”deki mesajı sordum.
Yorumumu dinledi, kısaca “çok saçma” dedi ve birden ruh durumu da değişti. Aklımda kalanlar: “Bak genç adam, iyi dinle.
Bir dergiden röportaja geldiler ve bana bir şiirinizde ‘Ne kadınlar sevdim zaten yoktular’ diyorsunuz. Bu, şiirde tema olarak aşk ve kadının çok sık kullanılmasından mı, sizin için gerçekten de aşık olmaya değer birinin olmayışından mı, 'O kadınlar'ın soyutlanan ve belki örneğini bizim göremediğimiz insanlar olmasından mı kaynaklanıyor diye sordular.
Senin ki de aynı soru. Onlara dedim ki sen de anla. Gençleri seviyorum ama enteresan buluyorum: Son yirmi yılda, edebiyatla ilgilenen gençlerde bizim gençliğimize göre tam tersi bir durumla karşı karşıyayım. Yüzeysel davranıyor gençler. Edebiyat demek insan ruhunun mimarisini incelemek demektir, gençlerin çoğu insana ya yanlış bakıyor ya da hiç bakamıyor, dünyanın gidişatı hakkındaki bilgisi çok zayıf, gazetelerdeki birçok boş şeyi ciddiye alıyor.
Ben toplumcu bir şairim, bana aşkı fazla sormasın gençler. Benim kitaplarımın içinde toplumcu şiirler var, hatta gerilim şiirleri var. Hiç kimse bu konularda bana soru yöneltmiyor. Sizin neslinizin anlayamayacağı bir yan var, isterseniz ben orayı anlatayım size: Sizin nesliniz bizim neslimizin buluğ ve daha sonraki çağlarda yaşadığı bazı şeyleri yaşamadı.
İkinci Dünya Savaşı'nın gerek ülkemizdeki, gerekse dünyadaki etkileri korkunçtur. Bu savaş, bizim bütünüyle iki şeye kaymamıza sebep oldu. İlk olarak yokluklar içinde yaşadık, yani 1942 veya '43 yılında sevgilini alıp pastaneye götüremezdin çünkü, şeker yoktu bu yüzden pasta da yapılamıyordu. İkincisi, Türkiye ve dünyada o zamanki tabiriyle 'ahvali fevkalade', olağanüstü durum dolayısıyla son derece gerilimli bir dönem içerisindeydi.
Durup dururken, yanlışlıkla söylemiş olduğun bir sözcük yüzünden seni hapse atabiliyorlardı, orada on beş gün kalırdın, bu süre zarfında kimse senden haber alamazdı. Bizim dönemimizde özellikle toplumcu şairlerde bu psikoloji yer eder.
Ben 'Duvar' şiirimi yazdığım sırada 'Duvar'ın ne olduğunu zaten biliyordum. Yani bilmeden onu yazarsan inandırıcı olmaz, inandırıcı olması için bir takım insanları etkilemesi gerekir. Bir mektup yüzünden beni hapse attılar, aşkın ne kadar gerilimli bir şey olduğunu şimdi sen düşün. Bugün herhangi bir okulda, her gün yapılan bir şey, benim okuldan atılmama hatta ve hatta hapsedilmeme neden oldu. Bu ortam içerisinde sanatçı yapılı birisiysen bundan etkilenirsin.
Senin işine yarayacak bir söz söyleyeyim. Aşk imkansızdır, Nâzım'ın bütün aşkları da imkansızdı, çünkü hep hapisteydi.
Daha büyük bir imkansızlık ise şairin yaşama şartlarıdır. Suna adında bir kız arkadaşım vardı, onunla evlenmeyi düşünüyordum, ama nasıl evlenecektim, babası bana açıkça kızımla birbirinize çok yakışıyorsunuz ama ona nasıl bakacaksın diye sordu...
Doğru söylemişti, o kızla evlenecek olsam nasıl bakabilirdim. O ortamı yaşayan insanların aşkı da gündelik yaşamı da askıda yaşamaktır. Benim kitaplarımdan bir bölümünün adı 'Askıda Yaşamak'tır. Askıda yaşamakta, bir dakika sonranın ne olacağı belli değildir. Böyle olunca da sen düşsel aşklar yaşıyorsun, çünkü düşsel bir kadın seninle her an beraberdir.
Anladın mı beni? Benim kafamdaki sevgili düşsel ve imkansızdır. Bu durum insan yaşamında iki türlü rol oynuyor, birincisi insanın yaşamdan aldığı etkilerle kendi kafasında bir sevgili düşü gelişiyor. Kız, buna benzeyen bir kişiliğe sahipse şansı vardır.
Şair o kıza ciddi bir şekilde yaklaşıyor çünkü onu çok beğeniyor. Ama tabii şair kendi şartları içerisinde tasarlamış, halbuki kızın kendi şartları var...
Yan yana geldiğinizde o sana, hadi şuraya gidip oturalım, dediğinde, onun dediği yer senin yaşamında asla gitmek istemediğin bir yer olursa oradan itibaren düş bozuluyor, bu yüzden imkansız aşklar çok güzel, çünkü, bu hayal kırıklıkları onlarda yaşanmıyor…
Benim hayatımda da birkaç tane imkansız aşk oldu ve onlar beni çok derinden etkiledi. Bu şiiri de o günlerde tasarladım ama hapishanede yazdım.
Mutlu aşk yoktur, aşkın yerine şefkat gelirse kurtarırsın. Ben kendi adıma şefkate ağırlık veren bir insanım.”
Askıda yaşayan şair İlhan.
“Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk
Gece trenlerine binme, kaybolursun
Sokaklarda mızıka çalma çocuk
Vurulursun...”
(5)
O gün yaşamıyla beni sarhoş etmişti İlhan. Böyle bir birikimle gerçekten ünlü olmayı hak ediyordu. Teşekkür ederken kendine, elimi sıkı sıkı kavradı ve yardımcı olabildim mi, dedi. Ahmet Bey değerli bir hocadır, saygılarımı ilet demeyi de unutmadı. Bir teşekkür de Ahmet Hoca’ma, bana büyük bir şairi tanımama aracı olduğu için.
Şiirleri bestelendi, şarkı oldu. Timur Selçuk, Alpay, Ahmet Kaya ve en son da Yaşar’dan dinledik durduk.
1981’e kadar Ankara’da kaldı şair. Sonra İstanbul'a yerleşti. İstanbul'da gazetecilik serüvenini Milliyet, Güneş, Meydan ve Cumhuriyet'te sürdürdürdü 11 Ekim 2005'te İstanbul'daki evinde geçirdiği ikinci kalp krizi sonucu yaşama veda etti.
Evet,
Attila İlhan ne kadınlar sevdi,
böyle bir sevmek görülmemiştir, dedi.
Doğru sözlere ne denir ki?
Şiirler:
1.Sisler Bulvarı;
2.Kimi Sevsem Sensin;
3.Tutuklunun Günlüğü;
4.Böyle Bir Sevmek;
5.Ben Sana Mecburum

1 Kasım 2013 Cuma

bir öykü

Hoşgör Köftecisi
Orhan Veli Kanık
Size bu yazımda üç masalı bir balıkçı meyhanesinde gördüğüm bir dünyadan bahsedeceğim.
İşiniz düşer bilmediğiniz bir semtte kalırsınız. Yemek zamanı geçmiştir, karnınız acıkmıştır. “Bir aşçı dükkânı bulsam da iki lokma bir şey yesem,” dersiniz. Dolaşırsınız, sağa bakarsınız, sola bakarsınız, yiyecek bir şey göremezsiniz. Dükkânın camekânları, musluklar, testereler, ip yumakları, kurşun borular, tahlisiye simitleri türlerinden mallarla doludur. Dünyanın manasız bir dünya olduğuna hükmedeceğiniz gelir. Üzülmeyin. Bu manasız dünyanın hiç ummadığınız bir yerinde kapısından dört bir yana nefis kebap kokuları yayılan bir kebapçı dükkânıyla karşılaşmanız imkânsız değildir. İşte ben de o üç masalı balıkçı meyhanesini öyle bir yerde buldum. Daracık kapısından içeriye girerken aksi bir laf mı söylemişim nedir, ters bir müdahaleyle karşılandım. Bir ses: “Ne kafa tutuyorsun, otursana,” dedi. Üstelik bu sesin sahibi bir kadındı. Neye uğradığımı anlayamadım. Oturdum. Ayna mı, cam mı, ne olduğunu kestirmediğim bir müstatilde tablası başında balık satan bir balıkçı görüyordum. Durmadan bağırıyordu:
-Liraya, buraya; liraya, buraya!
Ağız hareketlerinin sonradan seslendirilmiş filmlerdekilere benzer bir hali vardı. Sanki bu ses o ağızdan çıkmıyordu. İlkin yadırgadığım bu hale sonra sonra o kadar alıştım ki, hani beş on dakika susacak olsa adeta rahatsız oluyordum. Muntazam tiktaklarına alıştığınız duvar saatiniz birdenbire duracak olsa nasıl olursunuz? Ona benzer bir şey.
Yanımdaki masada üç kadın oturuyordu. Üçü de dükkânla akraba gibiydiler. Beni tam bir külhanbeyi edasıyla karşılayan kadın sordu:
-Ne içersiniz bayım? Bira mı, şarap mı?
-Bir şey içmek mi lazım? Şarap olsun öyleyse…
Dükkânın havasına enikonu ısındığımı hissettiğim bir anda bu sevimli kadının ismini öğrenmek istedim:
-İsmim bana bile lazım değil, sen ne yapacaksın? dedi.
Sonra yanındaki masada oturan kadınlara dönüp anlatmaya başladı:
-Kardeş, geldi kapıya dayandı. Çatçatı da var patpatı da var. Versek de alıp kaçıracak vermesek de. Hani “Ver de kurtul!” demiş. Bizimki de o hesap, verdik kurtulduk.
Neden bahsettiğini anlayamıyordum. Ama hoş bir hikâyeye benziyordu.
Orada üç dört saat kaldım. Ben dükkândan oldum, ama dükkân benden olmadı. O güzel havanın tam manasıyla içine girebilmek için aynı yere tekrar tekrar gitmek icap etti. Aileden olmaya başladığımı ancak Muallâ Ablayla “Fosforlu” şarkısını söyledikten, dükkân sahibi Ethem Ağabeyle dertleştikten sonra anladım. Hatta o bile yetmedi. Dışarıda durmadan “Liraya, buraya!” diye bağıran balıkçının sesi, tahta masalar, dar peykeler, çarpık iskemlelerde de akraba oldum. Takacı, motorcu, mavnacı arkadaşlarımın dertlerini öğrendim. Rizeli Mustafa Kaptanın, Ömer’in, Papo’nun hikâyelerini dinledim. O şarkılarda, o seslerde, op hikâyelerde büyük bir dünya vardı. O daracık dükkâna giderken kendimi seyahate, hem de büyük bir seyahate çıkan bir adam sanıyordum. Gemici, motorcu, takacı dostlarımla Giresun’dan fındık yüklüyor, Kefken açıklarında denize tutuluyor, Köstence’de Niko Bar’dan çıkıp Türk arabacının arabasına biniyor, Novorosisk Limanında Balalayka dinliyor, Kazablanka’ya gidecek bir petrol gemisinde tütün satıyordum. Bu üç masalı balıkçı meyhanesinde gördüğüm dünya gerçekten ne güzeldi! Çalışan insanlar, namuslu insanlar, kardeş insanlar.
Güzel bir dünyada yaşamak istiyorsanız, siz de öyle güzel bir meyhane bulunuz.
Tanin
2 Nisan 1947