28 Ocak 2014 Salı

rüzgârlı sokak'a dair

Ali Doğan Karacık Yazdı

Keyfekeder Bir Kahraman
Marlon Cahit

Sadece yüz adet basıldığı için bile okuyucuya kendini özel hissettirecek bir kitap: Rüzgârlı Sokak-Bir rakı polisiyesi. Ama bu kadar değil. Kitabı elinize aldığınızda alışılmışın dışında bir tasarım ile karşılaşıyorsunuz. Tamamı el ile işlenmiş ve yazar bunu her ne kadar önemsizleştirmeye çalışsa da –mütevazı davranmak adına değil, ortaya çıkanın hak etmesi ile alakalı- yoğun emek verilmiş bir polisiye roman.
  • Olaylar Adana’da geçiyor. 
  • Ve kitapta ilk göze çarpan, 
  • Adana’yı hiç görmemiş olanlara bile güzel bir Adana resmi sunması. 
  • Kahramanın yaşadığı Asri Sineması Sokağı başta olmak üzere, 
  • tüm mekânlar çok güzel betimlenmiş 
  • ve kebap tezgâhları, meyhaneleri ile adeta Adana’yı yaşatıyor.
Yaratılan karakterlere de değinmekte fayda var. Asri Sineması Sokağı esnafları, dilleri ile günlük yaşantıları ile sokakta her gün karşılaşabileceğimiz türden insanlar. Aralarındaki diyaloglar da abartılı ve o an ihtiyaç duyulandan fazlası değil.  Durumun böyle olması daha kolay ve daha keyifli bir okuma sunuyor.
Başkahramanımız Marlon Cahit hakkında çok şey söylenebilir. 
Kendisi bir dedektif ama mesleği polislik değil. 
Yalnız yaşıyor ve dedektifliği niye yaptığını bilmiyoruz. 
Belki sonraki maceralarında öğrenebiliriz. 
Kitap boyunca iç dünyasına dair birçok ipucu ile karşılaşmak mümkün. 
  • Bazen aşk konusunda 
  • bazen suç ve isyan konularında felsefe yaparken karşımıza çıkıyor. 
  • Sistemin adaletine olan güvensizliği 
  • ve zaman zaman polislerle yaşadığı takışmalarla muhalif yönünü saklama gereği duymuyor Marlon Cahit.
Kitabın ilk sayfasını okumaya başladığınız anda, kendinizi olaylara kaptırmaya başlıyorsunuz. İkili diyalogların sadeliği de işinizi kolaylaştırıyor. “Popüler” edebiyattan farklı olarak kahraman, bildiklerinin hiçbirini okuyucudan saklamıyor. Bu, yazarın “giz” yaratmak gibi oyunlardan kaçınması ile alakalı.
  • Kitapta sürekli olarak iç mekânlarda çalan müzikler paylaşılıyor. 
  • Mesela kahramanımız meyhanede otururken, radyoda çalan parçanın ne olduğu okuyucu tarafından biliniyor. 
  • Ve bu parçaların tamamı kitabın sonunda bir çalma listesi olarak yazılmış.
Yazarımız Hakan Tabakan, Adanalı. Dergilerde aktif yazarlık yapıyor. Kitapları sahaf imkânları ile basıyor. Kitabın başında yazan, “Hiçbir hakkı saklı değildir” yazısı ise edebiyata bakışını açıklıyor.
Marlon Cahit zaman dilimsiz bir kahraman. Rüzgârlı Sokak ile eş zamanlı olarak bir başka macerası daha kitaplaştı aslında. Arka Sokağın Muamması adı ile çıkan kitap M. Bülent Bingöl tarafından kaleme alındı. Kahramanımız iki farklı zaman diliminde farklı kişilikler ve farklı olaylarla karşımıza çıkıyor.
  • Tavsiyem, 
  • eğer algınızı etkilemeyecek ise, 
  • bir kadeh rakı doldurup keyif ile okumanız…

25 Ocak 2014 Cumartesi

bir ihtişam mıdır matemi

Bir ihtişam mıdır matemi
Karganın
Alacakaranlığında son- kainatın
Taştan şehirlerde sürgün
Dönesi yok ki
Karganın

Dönesi yok
Karganın
Taştan sürgün şehirlerde
Son alacakaranlığında- kainatın
Ve ihtişamdır matemi
Karganın

23 Ocak 2014 Perşembe

yaşar kemal


Yaşar Kemal
yalnızca çağımızın en etkili
en çarpıcı
en önemli yazarlarından birisi değildir;
hatta sözlerin ağırlığını tartarak
kelimenin tam anlamıyla söylüyorum,
tüm çağların da,
dedi
Marius Nogues.


17 Ocak 2014 Cuma

taşlar kimin için yuvarlanıyor

İsmail Cancan Yazdı
De ki İnsanlık Tarihi
Öyle bir müzik türü ki o müziğin kökeni 15.yüzyılda Amerikan kıtasının keşfine kadar dayansın. Kıtanın keşfedilmesiyle Avrupa'dan ve Afrika'dan göçlerin başlaması koloni yaşamını başlatmıştır. Afrika'dan getirilen yerlilerin fiziki güçlerinden yararlanmak amacıyla onları "köle" olarak çalıştırılmaya zorlanmıştır. Kolonilerin tarıma dayalı olan ekonomileri siyah ırkı tarımda çalıştırmak için köleleştirmişlerdir.
  • Zorunlu ihtiyaçları dışında (yemek,su,barınma ve uyku) kalan olgu anlayışları olmayan bu siyah ırkın içten ve alttan alta beyaz ırka olan isyanı da başlamıştır. 
  • Kolonilerden sürekli olarak vergi alan İngiltere 18.yüzyılda Avrupa'da yaşadığı (yedi yıl savaşları) savaşlarda büyük ekonomik sıkıntılardan dolayı kolonilerin vergisini arttırmış ve deyim yerindeyse kolonilerin yardımıyla savaşı "kazanmış"tır. 
  • Kazanılan savaştan sonra gönderilen "çay" da dahi vergiyi artıran İngilizler hiç beklemedikleri bir çay partisiyle karşılaşırlar. 
  • Tüm bu olayların eşiğinde beklemekte olan bir koloni bağımsızlığı ve koloni savaşlarına gebedir yeni kıta. 
  • Uzun savaşlar sonunda koloni devletlerini tanıyan İngilizler geri çekilmiş ve koloniler Amerika Birleşik Devletlerini kurmuşlardır.
Bağımsızlığını kazanan yeni kıta evrenselleşmeye başlayan dünyanın kaynayan kazanda ki son olaydır ve Fransız Devrimine sebebiyet vermiştir. Artık yenidünyada eşitlik, insan hakları gibi olgular gündeme yeniden gelmiştir eskisinden daha güçlü ve devrimci ruhuyla. Bağımsızlığını sözde ve göreceli olarak kazanan Birleşik Devletlerde kölelik kaldığı yerden hızla ve daha sömürgeci tutumla devam eder. Artık bölge Avrupa'dan gelen ve sürekli göç alan bir yer olmuştur.
  • Gelen göçlerle birlikte kıtaya değişik kültürlerde gelmeye başlamıştır ki bunlardan en önemlisi İspanyollar ve gitarları. 
  • Köleler isyanlarını müzikle dile getirmişler ve Afrika'ya özgü olan çalgılarıyla birlikte durum onlar için daha eğlenceli olmaya başlamıştır. 
  • Artık isyanlarını müzikle dile getirmeye başlamışlardır fakat onlar için sıkıntılı günler kapı eşiğinde beklemektedir.

İç savaş başlamıştır. Kuzeyde; sanayileşme ve Avrupa'dan gelen göçler pahalı iş gücüne sebebiyet vermektedir. Güneyde; geniş tarım arazileri sanayileşmenin daha az olması ekonomiyi tarım ayakta tutmaktadır. Kuzey köleliği kaldırmak istemiş, fakat Güney tarımda siyah ırkı kullandığı için köleliği kaldırmak istememiştir. Bu iç savaş sonrasında kölelik kaldırılmıştır ve siyah ırk köle olarak adlandırılmıyor dur artık. Siyah ırkın ülke içinde kuzeye göçü başlamıştır. Ülkede demir yolu ağıyla yapılan göçler siyah ırkı daha kuzeye taşımış ve yanlarında taşıdıkları gitarlarla kendi kültürlerini müziğe ve notaya dökülen isyanları vardır artık. Kuzeyin kentleşen ve sanayileşen yapısı onları kent dışı varoş ve arka sokaklarda yaşamalarına neden olmuştur. Yaptıkları müzik artık yeni bir kültür olmaya başlamıştır ve adına Blues demişlerdir.
  • Köle isyanı olarak başlayan müzik artık kenttedir ve yeni bir akım başlatmıştır. 
  • Gitarla yapılan bu müziğin yanına Afrika'ya özgü ritmde eklenmiştir ve blues müzik ritm and blues olarak söylenmeye başlanmıştır. 
  • Artık dünya savaşlar içine girmiştir. Yapılan bu savaşlar 45'lere kadar sürmüştür. Savaşın gölgesinde devam eden bu kargaşa sonunda renklerin buluşmasıyla son bulmuştur. 
  • Siyahlardan aldıkları ritm and blues u almışlar ve kendileri yapmaya başlamışlardır ve 50'lerde blues un bir de çocuğu olmuştur ve adını Rocknroll koymuşlardır.
Rocknroll la birlikte bu müzik önce tüm ülkeye daha sonra dünyaya yayılmıştır. Rocknroll daha sonra sadece Rock olarak adlandırılır ve alt kültürlere ayrılmasına neden olur. Tüm dünyayı etkisi altına alan rocknroll İngiltere'ye de sıçrar ve İngiltere'de de taşlar yuvarlanmaya başlamış ve rock İngiltere'de Hardrock halini almıştır.
  • Rock olarak ithal aldığı müziği hardrock olarak satan İngiltere bununla da yetinmemiş ve hardrock müziği ilk kez Heavy Metal olarak kullanan yine kendi ihraç ettiği hardrock'tan türetmiştir.
Başkabir deyişle Hardrock ın çocuğu Heavy Metal'dir. Amerika rock olarak ihraç ettiği müzik hardrock ve heavy metal olarak ithal almıştır.

Heavy Metal Amerika'da daha hızlı ve sert tonlarla yapılmasıyla Thrash Metal olarak bir alt kültür oluşturmuştur. Tüm bunların gölgesinde filizlenen blues müziğinin asiliği beat ve hippi yaşamının etkisinde gelişen ve sert tonlara sahip Punk Müzik akımı ortaya çıkmıştır.
  • Punk müziğinin tehdidinde gelişen heavy metal İngiltere'de New Wave of British Heavy Metal akımı olarak ortaya çıkmış ve 90'lara kadar bu akım Heavy Metali Punk'tan korumuştur. Günümüzde Heavy Metalin birçok alt kültürü mevcuttur.
Bol müzikli ve bol rocklı günler...
Okuyun
Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor? 
6.45
Önder Kosbatar
448 Sayfa

13 Ocak 2014 Pazartesi

Dilin Anlam Olanaklarına Dair

Marlon Cahit Uzungece 
Karga İçin Yazdı
Semantik Açıdan Bir “Aynen Öyle” Güzellemesi

Dedim, hava güneşli ama pek soğuk. Titreyerek dedi, aynen öyle.
Dedim, sen de üşüyorsun o zaman. Onayladı. Dedi, aynen öyle.
Dedim, memleket bu aralar böyle. Çaresizdi ne yazık ve vah ki. Dedi, aynen öyle.
Dedim, keşke iki çorap giyseydim. Kendi ayaklarına baktı. Dedi, aynen öyle.
Bunu, “ben de” der gibi kullandın değil mi dedim. Anlamadaki beceriksizliğimi yüzüme vurmadan dedi, aynen öyle.
Dedim, geceleri daha da soğuk bir de sahte kömür olunca şehir de fena oluyor dumandan. Tebessüm etti, dedi aynen öyle.
Bunlar malum kömürden oluyor galiba. Dedi, aynennn öyle.
Dedim, şeyden kalma zannederim. Dedi, aynen öyle, aynen öyle.
Dedim sen de yakıyor musun evde şöyle. Biraz mahcup, dedi, yav aynen öyle.
Dedim, dumansız saha ihlal ediliyor ama. Hiddetlenmişti. Dedi, aynen öyle.
Dedim kış bitince soğuktan ve o sahanın dumanlarından kurtuluruz. Umutlandı memleket için. Dedi, aynen öyle.
Dedim, keşke sigara kadar o kömürle de savaşsak. İğdiş edilmiş bilinçlere adeta tokat atarak dedi, ayyynen öyle.
Dedim, durum vahim. Duruldu. Dedi, aynen öyle.
Dedim, bunu son zamlar için dedim. Başını salladı elleri boş ceplerinde. Dedi, aynen öyle!
Dedim, belimizi büktüler. Sövmedi ama dedi, aaaynen öyle.
Dedim, sohbet ne güzel gidiyor. Memnun memnun, dedi, aynen öyle.
Dedim, fakat tıkandık bir yerde. Kahkaha atarak dedi, ayneeen öyle.
Dedim, havalar gibi takım da kötü gidiyor. Üzüldü, dedi aynen öyle.
Bakıştık bir an.
Dedim, sanırım yine sağlam transferler yok. Yarasını deşmiştim, dedi, aynen öyle.
Dedim bir de hakemler… Kesti lafımı, dedi aynen öyle. Sürpriz bir hamle yapıp yeni bir cümle ile küfretti, bu kez ben sazı aldım, dedim aynen öyle.
Dedim şu gelişmeler Holivut filmleri tadında. Hatta “Tiranlar Çarpışıyor” filan. Netameli konulara girmek istemez gibi, kısa keserek dedi vallahi aynen öyle.
Yargıya dairbir şeyler buyurmuş efendimiz, güzel bir ileri demokrasi hamlesi değil mi üstat, dedim. Şöyle bir bakındı ilgisiz görünmeye çalışır gibi, dedi aynen, aynen!
Ama çelişik bir şeycik değil midir bu? Sanki bin yıl sustuk. Rüzgâr uğultu yapıyor, duymadın beni galiba dedim. Aynen öylesi, bu kez sertti. Tırstım. Çok mu konuştum lan, diye düşünmedim de değil.
Sonra sustuk. Susmak için susmadık, ‘aynen öyle’ler yorgun düştüğü için sustuk.
Dedim, iyi ki ‘aynen öyle’ var. Başını salladı bilgece, dedi aynen öyle.
Dedim, eskiden üç yüz beş yüz kelimeyle konuşuyoruz diye yakınıyorduk, şimdi iki kelimeye düştük. Türkçenin bu son hali için kahroldu adeta, ağlamaklı dedi, aynen öyle.
Onu daha fazla üzemezdim. Ben gideyim artık, sağlıcakla kal dedim. Rahatladı, dedi, aynen öyle. Bunu, “sen de” anlamında kullandın galiba dedim. Kıt anlayışıma sitem ve çokanlamlılığa bir saygı duruşuyla dedi, aynen öyle!
Mahcup olmuştum.
Gidip iki tek rakı atalım diyecektim, fakat bunun sorusunu bir ‘aynen öyle’ cevabına nasıl denk getireceğimi bilemediğimden vazgeçtim bu maceradan.
Anlam-yorum gücümü geliştirmek için biraz daha okumalıyım dedim giderken. Aynen öyle dedi. Bunu “ben de” anlamında değil, halime üzülerek, “geliştir kendini evladım” anlamında, evet git oku vurgusuyla söyledi.
Mırıldandım, aynen öyle, ile.
Ve kişisel gelişimimin kapılarını açmıştım ben böyle.
Ne dediğini duyar gibi oldum, zihnimin içinde yankılanan bir elektrosaz sedası ile: aayy-neyn-neyn-neynnn ööyyle-le-le-le…

Ulan!

sansür


serkeş kral

Ki ben
çoktanrılı zamanlardan bir serkeş,
akbaba krallığında
bir Karga.

ben

Her "ben" deyiş, eksik kalır
çünkü "ben" kelimesi,
benliğimizin sadece ifade edilebilen yönlerini karşılar.

Peki ya ötesi?
...dedi Karga

2 Ocak 2014 Perşembe

Ama Fareler Uyurlar Gece

Wolfgang Borchert

Bir başına kalmış duvardaki pencere kavuğu akşam güneşinin ilk ışıklarında mavi kırmızı esniyordu. Dimdik baca kalıntıları arasında ışıl ışıldı toz bulutları. Yıkıntı çölü pinekliyordu.
Gözlerini yummuştu. Ansızın daha da karardı çevresi. Anladı ki biri gelmişti, o anda karşısına dikilmişti biri, kara kara, usulcacık. Yakayı ele verdik, diye düşündü. Ama gözlerini kısıp da şöyle bir bakınca, biraz partal bir pantolon içinde iki bacak gördü yalnız. İki bacak, oldukça çarpık, karşısında. Aralarından arka tarafı görebiliyordu. Bir cesaret, yarı kapalı gözlerle pantolonlu ayaklardan yukarı bir bakıverdi şöyle, karşısındakinin yaşlıca bir adam olduğunu gördü. Bir bıçakla bir sepet vardı adamın elinde. Ve parmak uçlarında biraz toprak vardı.
Burada uyuyorsun galiba, ha, diye sordu adam ve yukarıdan çocuğun darmadağın saçlarında dikti gözlerini. Jürgen gözlerini kısıp adamın bacakları arasından güneşe baktı. Yo, uyumuyorum, dedi, bekliyorum. Adam başını salladı: Bekliyorsun demek. O iri sopayı da herhalde bunun için taşıyorsun yanında, ha?
Evet, diye cevapları Jürgen gözü pek ve sımsıkı sopaya sarıldı.
Beklediğin neymiş bakalım?
Ne beklediğimi söyleyemem, diye cevapladı Jürgen. Elleriyle sımsıkı kavramış tutuyordu sopayı.
Herhalde paradır, ha? Adam sepeti yere bıraktı. Elindeki bıçağı ileri geri pantolonunun kıçına sürterek temizledi.
Yo, hiç de para değil, diye cevapladı Jürgen küçümser, paradan çok daha başka bir şey.
Peki, ne?
Söyleyemem. Başka bir şey işte.
İyi ya, söyleme. Ben de sepetimde ne var onu söylemem. Adam ayağıyla sepete vurdu, sonra elindeki bıçağı kapadı.
Onu bilmeyecek ne var, dedi Jürgen hafifser, tavşan yemidir.
Vay canına, nasıl da bildin! Diye seslendi adam şaşırmış. Sen açıkgöz bir çocuğa benziyorsun. Kaç yaşındasın bakalım?
Dokuz.
Hele bak sen, dokuz yaşındasın ha? E, o zaman üç kere dokuz kaç eder onu da bilirsin.
Tabii bilirim, diye cevapladı Jürgen ve zaman kazanmış olmak için ekledi; ondan kolay ne var! Sonra adamın bacakları arasından bakmaya koyuldu. Üç kere dokuz, değil mi,diye sordu. Yirmi yedi. Sen daha sorarken biliyordum.
Tamam, dedi adam, benim de işte o kadar tavşanım var.
Jürgen dudaklarını yuvarlatarak, yirmi yedi tane mi? Diye sordu.
İstersen göstereyim sana. Çoğu minimini daha. Görmek ister misin?
Olmaz ki, diye cevapladı Jürgen duraksar, burada beklemem lazım.
Her vakit mi? Diye sordu adam. Geceleri de mi?
Geceleri de. Her vakit. Her vakit. Adamın çarpık bacaklarından yukarı doğru kaldırdı gözlerini. Ta cumartesinden beri bekliyorum, dedi fısıldar gibi.
İyi ama eve gitmiyor musun hiç? Yemek yemiyor musun?
Jürgen yerden bir taş kaldırdı. Bir yarım ekmek duruyordu taşın altında. Ve bir teneke kutu.
Tütün mü içiyorsun? Diye sordu adam. Pipon var mı ki?
Jürgen sımsıkı kavradı sopasını. Çekingen; sarıp içiyorum, diye cevapladı. Pipoyla hoşuma gitmiyor.
Yazık, dedi adam. Sepete doğru eğildi. Yoksa tavşanları doya doya seyrederdin. Hele yavru olanlarını. Belki içlerinde beğendiğin biri olurdu da onu sana verirdim. Ama senin buradan ayrılmaman lazımmış.
Evet, diye cevapladı Jürgen üzgün, evet, buradan ayrılmamam lazım.
Adam sepeti aldı yerden ve doğruldu. Eh ne yapalım, madem ki burada kalacaksın -yazık. Sonra arkasına döndü. Beni ele vermezsen söyleyeyim, diye seslendi Jürgen o anda çabucak.
Fareleri bekliyorum burada.
Adamın çarpık bacakları bir adım geri geldi. Fareler mi?
Evet. Ölüleri yiyor da fareler. İnsanları yiyor. Hep insanları yiyerek yaşıyorlar.
Kim diyor?
Öğretmenimiz söyledi.
Sen de şimdi fareleri bekliyorsun burada, öyle mi? Diye sordu adam.
Yo, fareleri değil, dedi Jürgen.
Sonra usulcacık; kardeşim, kardeşim orada yatıyor da.
İşte orada.
Jürgen elindeki sopayla birbiri üzerine çökmüş duvarları gösterdi.
Bir bomba düştüydü evimize.
O kadar bağırdık, hiç.
Benden çok küçüktü kardeşim.
Dört yaşındaydı daha.
Hala burada olması lazım.
Benden çok küçük o.
Adam yukardan darmadağın saçlarına bakıyordu çocuğun. Sonra birden; peki öğretmeniniz size farelerin geceleri uyuduklarını söylemedi mi? Diye sordu.
Hayır, diye fısıldadı Jürgen. Ansızın pek yorgun bir ifade belirdi yüzünde.
Hele bak, dedi adam. Ona nasıl öğretmenmiş öyle, bunu bilmiyor. Fareler gece oldu mu uyur. Geceleyin korkmadan eve gidebilirsin. Fareler geceleri uyur hep. Ortalık daha kararır kararmaz başlarlar uyumaya.
Jürgen elindeki sopayla küçük çukurlar açıyordu yıkıntı içerisine.
Küçücük yatak bunlar, diye düşünüyordu. Küçücük yatak hepsi. O anda; bak ne diyorum, diye seslendi adam (ve çarpık bacakları kımıl kımıldı bunu söylerken), şimdi hemen gidip benim tavşanlara yemlerini vereyim. Hava karardı mıydı, gelip seni alayım. Gelirken sana bir tavşan da getirebilirim belki. Yavru bir tane, ha ne dersin? İstersen büyük olsun.
Jürgen küçük küçük çukurlar açıyordu yıkıntı içerisine. Küçük küçük tavşanlar, diye düşünüyordu. Beyaz, gri, beyaz gri. Bilmem ki, diye cevapladı usulca ve adamın çarpık bacaklarına baktı. Fareler gece sahiden uyuyorsa.
Adam duvar kalıntılarının üzerinden yola çıktı. Tabii uyurlar, diye seslendi yoldan doğru. Öğretmeniniz bunu da artık bilmiyorsa toplasın tası tarağı gitsin.
Jürgen doğruldu.Bana bir tavşan getirecek misin? Diye sordu. Beyazından bir tane?
Bir bakayım diye cevapladı adam yürürken. Ama ben gelinceye kadar burada bekleyeceksin. Seninle sonra sizin eve gideriz, ha? Bir tavşan kümesinin nasıl yapılacağını babana anlatmam lazım tabii. Çünkü bunu bilmezseniz olmaz.
Peki, diye seslendi Jürgen. Ben burada beklerim. Zaten hava kararana kadar gözleyeceğim fareleri. Muhakkak beklerim. Ve sonra bağırdı; tahta da var evde kümes için. Sandık tahtası diye bağırdı.
Ama artık işitmedi adam. Çarpık bacakları ile güneşe doğru seğirtiyordu. Akşam kızıllığına bürünmüştü güneş. Jürgen adamın bacakları arasından güneşin parıltısını görebiliyordu.
İşte öylesine çarpıktı adamın bacakları.
Elindeki sepet telaşla bir o yana bir bu yana sallanıyordu.
Tavşan yemi vardı içinde.
Yeşil tavşan yemi, ama toz topraktan rengi griye çalıyordu biraz.

Çeviren: Kamuran Şipal 

1 Ocak 2014 Çarşamba

renatus catesius

Boru Sesi

"1619 yılında Neuberg'de, kışlık bir ordugahta, sonradan Renatus Catesius adını alan René Descartes adındaki asker, bir çalışma odasının sessizliği içinde bütün peşin yargılardan sıyrılmak için, ordudan ayrılmaya karar vermişti.
Emin ve kesin kanıtlar üzerinde bir düşünce dünyası kurmak istiyordu.
Descartes kararını yerine getirdikten ve masa başında yirmi sene geçirdikten sonra yeni felsefenin babası oldu.
Bu felsefe boru sesi gibi çınlayan şu cümleyle başlar:
"Düşünüyorum, o halde varım!.."

Mesele işte buradadır.
Düşünmeyi inanmanın önüne geçirmek,
yeniden doğan insanlığın gurur, cüret ve büyüklüğünü yaratmıştır.
İşte Rönesans budur."

Walther Kiaulehn'ın Demir Melekler'inden.