30 Ekim 2013 Çarşamba

cahit sıtkı

Ummak

  Saim Eryiğit
  Karga İçin Yazdı
  ve Yazmak




Öldük ömürden bir şeyler umarak
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamazsın o türküyü
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü
Alıştığımız bir şeydi yaşamak
                       Cahit Sıtkı TARANCI
Yalın ve yoğun anlatım gerçek şiirin belki de en vazgeçilmez unsurlarıdır.
Pek az şairde bu iki özellik yan yana ve barış içinde yaşar.
İşte Cahit Sıtkı yalınlığı ve yoğunluğu at başı götürebilecek ender şairlerdendi.
Hayata duyulan sonsuz sevgi ve istek onun şiirine hüznü de beraberinde getirir.
“Anneciğinin dizinde bütün insanlık için ağlayacağını” söylemesi de bu duyuş ve düşünüştendir.
Kanadı kırık bir kuş hüznü de onunki;
uçmaya gücü yetmez, bir yanı daima çökük gezer.
Şair bir anda hayal etmiş ve ölmüştür.
İmgelem dünyasında, vaat edilen dünyayı beğenmez ve büyük bir boşluk olarak tanımlar.
İnançsız mıdır Cahit Sıtkı?
Sanmıyorum.
Ama o, bilmediği, beş duyusuyla kavrayamadığı bir âlemle ilgili ödül ya da cezayı da istemez.
Onun için aslolan günün “penceresinden eksilmemesi” dir.
Sitemi de eksiltene, bu dünyaya alıştıranadır.
Şathiyeyi bir “sitem” diye kabul edersek Türk edebiyatının tüm sitemlerini kıskandıracak güzellikte bir anlatım, bir duyuş, düşünüş ve ruh ürpermesidir bu mısralar.
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü…
Dünyayı;
sevgiliyi, aşkı, sımsıcak öpüşü;
nazlı seher sabah uykularını,
gülü, bülbülü, suyu, balığı, denizi, seher yelini…
Bütün güzellikleri bu kadar basit ve hepi topu üç tamlamalık bir kadroyla anlatmak kolay mıdır?
O belki bir uyak virtiozü değildi; ama ahengi, ritmi içten içe sezdiren şairdi.
Söylemek istediğini nasıl söylemek lazımsa öyle söylerdi.
Anlam ve ahenk hiçbir zaman birbirini rahatsız etmezdi.
Özgünlüğüne gelince;
onun “gök”leri de
en az
Attila İlhan’ınki gibi
“kullanılmamış”tı.

Ve ben, son gelen

                                                                                       W.H. Davies

HASTANE BEKLEME ODASI

W. H. Davies

Çeviren
Nezih Onur

Almak için ilaç, öneri ücretsiz,
Bekliyoruz sıramızı, fareler kadar sessiz:
İki anne ve onların küçük, küçücük kızları-
İkisinin de bukleleri açık sarı-

Ve ben, son gelen…

O çıplak odaya girerken,
Ne işiten oldu, ne fark eden; her iki anne-
Biri en şık giysileri içinde,
Dantelli, kadifeden bluzu,
Boyalı dudakları, pudralı yüzü;
Öbürü eski püskü içinde,
Soluk, beyaz, berbat bir çehre-
Birbirlerine sert, kötü gözlerle bakıyorlardı.

Oturdukları yerde her ikisinin çocukları,
Alınca bu görüntüden örneği
Surat astılar birbirlerine öylesine kötü niyetli.
Kadının biri, tek bir kelime
Boyalı dudaklarından işitmese de,
Dedi: “Niye geldim ki buraya?”

Bakışlarıyla yanıtladı öbürü, üstü başı pejmürde:
“Madem giyinip kuşanabiliyorsun gururla böyle,
Almak için ilaç, öneri ücretsiz,
İki dirhem bir çekirdek buraya niye geldiniz?”

Benimse ilaç değil ihtiyacım
Besleyici gıda ki canlansın kanım;
O gün bir atı bile mideye indirebilirdim,
Binicisini de pist boyunca kovalayabilirdim,
Oturup şaşkınlıkla, utançla bakmayıp da neylersin,
Bağırana değin o çağıran ses “Sonraki gelsin!”

29 Ekim 2013 Salı

Hakan Savlı'dan

Kalbim Hiç Bitmedi ki

yıkım, iki kişilik bir kasabadır aslında
ama seherse, bir kız doğar belki
annesinin camlarından ayrılır lavanta gemi
bir masal, bir baharla tanışmıştır kendi kendine
zarifçe diz çöker, yayılır pelerini…

yıkım iki kişilik bir kasabadır çarmıhlar, içinde
eksik bir bebek doğarsa, bir süre topallar kelebekler
ben ellerim cebimde gelirim sabaha bakarım sigara yoktur
                                        dudaklarımda
                                        sadece bir dudak eksikliği

“yenildik, her şey bitti”…
“her şey bitti” deme bana
yumuşacık bir şarkıdır o
bir sahil kasabasına gelen kış, bir tanrıça sahili
                                              kalbim
                                          hiç bitmedi ki

                                         Hakan Savlı

Bir Özgürlük Masalı

Abraham Lincoln  
(d. 12 Şubat 1809 - ö. 15 Nisan 1865) 
 zamanında 4 milyon zenci köle vardır. Sonraki 30 yıl içinde ABD’de 20 milyon ücretli köle meydana getirilir.
Abraham Lincoln’ün Güney üzerine zenci köleler tema’sıyla gitmesi salt bir özgürlük mücadelesi, özgür insanlar yaratma ideali değildir, der tarihçiler. 
Onların ihtiyacı olan, ülke sathında en ucuz emektir.
Güney’in özellikle tarımla yükselen ekonomik gücünü yıkarak Birliği bir tutmaktır. 
Zira Güney alıp başını gidecektir. Bu da Birleşik Amerika projesinin sonu olacaktır.
Diğer amaç da Kuzeyin ekonomik ve siyasal hareketlerine tüm ABD’de alan yaratmaktır. 
En önemlisi de (zencileri özgürleştirmek üzerinden)  insanlara görece bir özgürlük hissi verip işçileri tüm Amerika’da kendi gelenekleri yasaları, kuralları, yasakları, düzenleri, idealleri, töreleri, kültürleri çerçevesinde birer ücretli köleye dönüştürmektir.
Görüldü ki bu aslında emperyal bir projeydi. İçine tüm dünyayı alacak bir hesap…
Ölmeyecek kadar tok insanlar…
Bu yüzden Albert Parsons’un şu sözü önemlidir:
Bir adamı günde 12 saat çalıştırıp yaşaması için gerekli paranın yarısını ver, sonra da dikkatli ve haklı oy vermesini bekle. 
Çocukları açlıktan ölüyorsa oyunu satar mı satar arkadaş!
The American 
Telgraflar, haberciler, gazeteciler, parti görevlileri, şehirler arası telefonlar, gene telgraflar, sandıklar açıldıktan, oylar sayılmaya başlandıktan sonraki dalavereler, oy sandıklarının doldurulmuş olması…
Bu kıyamet gününde binlerce mezarlık ölülerini diriltiyordu. 
Bu seçim gününde beşikteki çocuklar ansızın büyüyüp oy verme yaşına geliyordu. Oy tüccarlarından başka kimsenin dosyalarında kaydına rastlanmayan sayısız nüfus cüzdanları…
Vagonları partizanlarla doldurup sandık sandık dolaştırıyorlardı. 
Oyların genellikle 5 Dolara satın alındığı biliniyordu. 
Bazı bölgelerde 2 Dolara bile fit olunduğu hatta hapishanelerde, çeşitli kamplarda kelle başı 50 Sent verildiği de görülüyordu. Sandıklardan bölgenin iki katı oy çıktığı da biliniyordu. 
Muhafazakar politikacıların rakip oyların önemli bir kısmını geçersiz sayıldığına tanık olunuyordu.
Bu Amerikan demokrasisinin bir parçası idi.

Kaynak: The American / Howard Fast

28 Ekim 2013 Pazartesi

kargamit


Kargaların ses ve davranışlarından çıkarılacak manalarla ilgili ilk yazılı kayıt Varahamihira’nın İ.S. 6. yüzyıla ait Brihat Samhita’sı.
9. yüzyıla ait kaynak Sanskritçe metin Kakajarita (Kaka-karga anlamına geliyor) ve bu metnin rahip Danacila tarafından Tibet diline çevirisi: Bya-rog-gi skad brtag-bya-ba (Karga Haykırışlarının Araştırılması).
Kuş ötüşünden kehanette bulunmak genelde Çin kökenli bir gelenektir.
Çin simgeciliğinin yöntemsel izlerini taşımakla birlikte, özellikle “kargalara bakmak” Hint-Tibet kökenlidir.
Tibet geleneğinde kargadan geleceği okumanın temel prensipleri şöyledir: Kargalarda kendi aralarında büyük farklılıklar taşırlar, karga türüne dikkat edilmelidir.
Kargalar olaylar karşısında özel tepkiler sergilerler.
Bu tepkiler okunarak yanıt oldukları olaylar da anlaşılabilir.
Karga davranış ve tepkileri gündoğumu, sabah, öğle, akşam gibi günün hangi vakti olduğuna göre değişir. Gözlemci ile karganın konumlarının yaptığı açı da anlam taşır.

27 Ekim 2013 Pazar

the karga

Kargagiller
(Corvidae) familyasından
Corvus cinsini oluşturan, iri yapılı,
düz gagalı,
pençeli,
tüyleri çoğunlukla siyah,
yüksek ve rahatsız edici sesli kuş türlerinin ortak adı.
Kuzgun,
Osmanlı Türkçesinde Kelâg olarak adlandırılır.
Kargalar tuhaf sesleri, siyah renkleri, parlak cisimlere olan düşkünlükleri ile mitolojiye ve sanata sıklıkla konu olmuşlardır.
Kimi öykülerde akılsız tasvir edilmelerine rağmen bazı araştırmalar karganın en zeki kuş olabileceğini göstermektedir.
Kargaların, köpekgillerden kurt vb. hayvanlarla belki de eşit zekâya sahip olduğu düşünülmektedir.
Dostlarımız ses taklidi konusunda oldukça yetenekli hayvanlardır.
Yapılan bazı çalışmalarda yaklaşık 100 kelimeyi ve 50 tam cümleyi ezberleyebilen kargalar görülmüştür.
Bazı Kargaların sahiplerinin seslerini taklit ederek köpek ve atları kızdırdıkları görülür.
Aynı zamanda
oldukça meraklı olan Kargaların
mektup, çamaşır mandalı, araba anahtarı gibi nesneleri ç'aldığı da sıklıkla görülür.

26 Ekim 2013 Cumartesi

tabi ki garrincha

Gökmen Demirkaya
Karga İçin Yazdı
Garrincha 
Minik Serçe / Gökyüzüne uçuş       
Çocukluğumuzda futbol oynarken ara verdiğimiz zamanlarda terimiz soğumadan dünya futbolunun yıldızlarını konuşur, kimin gelmiş geçmiş en büyük futbolcu olduğunu bulmaya çalışırdık… Herkesin aklına o dönem genelde iki isim gelirdi, Pele mi Maradona mı? Şimdilerde Messi veya Christiano Ronaldo mu diye soruluyordur muhtemelen, topla hızlı hareket etmenin asıl babasının hikâyesine başlayalım ve ‘bitiş düdüğü’nü bekleyelim kararımız için… 
  • 28 Ekim 1933 yılında Brezilya’nın fakir bir şehri olan Pau Grande şehrinde ‘santraya’ geldi. Babası alkolik bir işsiz olan Manuel Francisco dos Santos doğuştan ‘sakatlıkla’ boğuşmaya başladı, omuriliğinde eğiklik vardı, sağ bacağı iç tarafa, sol bacağı ise hem dışa doğru eğik hem de diğer bacağından 6 cm kısaydı. Çok iyi bir futbolcu olmayı bırakın, düzgün yürüyeceğine bile kimse inanmıyordu.
Manuel okula hiç gitmez, erken yaşta çalışmaya başlar. 18 yaşına geldiğinde fabrikada birlikte çalıştığı arkadaşlarıyla toprak sahada çıplak ayakla top oynamak onun en büyük eğlencesidir. Oyun stili ve fiziği dolayısıyla ‘Garrincha’ lakabı takılır, Türkçesi ise ‘Minik Serçe’ demektir. Bölgenin efsanesi olur kısa zamanda, genç kızlara doğru da fuleli bir depar atar, hızlı bir aşk ‘hayat’ı olur. Futbol onun için sadece bir eğlencedir, ‘hayat’ gibi… Derken 20’li yaşlarda Botofago kulübünün İlhan Cavcav’ı onu canlı izler ve deneme maçı için Rio de Janerio’ya çağırır. 
  • Deneme maçında karşısına Brezilya milli takımının sol beki Santos’u çıkarırlar, Serçe gibi ele avuca sığmaz, çalım üstüne çalımı basar, Santos’un bacaklarının arasından topu geçirip bir kez daha ‘milli’ yapar onu. Sportif direktörleri gelecekte çok yakın arkadaşı olacağıGarrincha için ona fikrini sorduğunda kendi kariyerini düşünüp ‘karşı takımda görmek istemem, en iyisi bizde oynasın’ der ve Botafogo kulübüne kazandırır bu genç adamı. İmza atma töreninde ileride hep başını ağrıtacağı boş kağıda imza atarken ‘Ne önemi var, nasılsa okumayı bilmiyorum’ der gamsız ve kedersiz Garrincha...
Marakana stadyumunda 250 bin kişi önünde oynanan 1950 finalinde Uruguay’a kaybeden Brezilya’da oluşan hayalkırıklığını anlatmak için kalecileri Barbosa’nın alkolik olup 10 sene içerisinde hayata veda ettiğini söylemek yeterlidir. 1958 İsveç Dünya kupasında takımın genç yıldızlarından biri de üstteki sorumuzun muhataplarından Pele’dir. Takım İsveç’in soğuk havasına hemen alışamaz ve çok zorlu geçen grup maçlarında sıkıntıya girer, son maçta disiplinin sembolü olan favori takımlardan Yaşhin’li SSCB’yi geçmeleri gerekmektedir, disiplinden nefret eden GarrinchaSSCB’nin sağ bloğunu ezip geçer, iki golün de pasını verir ve gruptan çıkarlar.  
  • Garrincha’nın deparları ve orta bombardımanı yüzünden Yaşhin’in hiç bu kadar terlediğini görmemiştik diye anlatır maçı izleyenler. Sırasıyla Galler’i, Fransa’yı ve finali kendi evinde oynayan İsveç’i yenip turnuvanın galibi olurlar. 
  • İsveçli kaleci Karl’ın Barbosa ile aynı kaderi paylaşıp paylaşmadığı meçhuldür. Soğuk havadan sık sık şikayet edip samba öğreteceğim bu soğuk insanlara diye antremandan kaçan Garrincha’nın çabaları meyve verir, İsveçli bir kızı hamile bırakır, hikayemizin sonunu beklemeden bu konudaki son sözümüzü söyleyelim, özel hayat kariyerini 5 farklı kadından 4 hat-trick, 1 duble çocuk babası olarak kapatır. 
  • İlk kez Dünya Kupa’sını kazanan Brezilya’da resmi tatil ilan edilir, fakat o zafer sarhoşu olmaz, önemsemez, babasından gelen vasiyet gereği alkolle sarhoş olur. 1962 yılında ise turnuva Şili’de yapılıyordur. Turnuvanın ilk maçında Pele sakatlanır. Takımda moraller bozulur, ama ‘keyif adamı Garrincha bunu önemsemez, harika bir turnuva çıkartır ve bu turnuvayı tek başına aldığı söylenir. 
  • Çeyrek finalde İngiltere’ye golünü atar, devamında yarı finalde ev sahibi Şili’ye de gollerini atar ama rakip futbolcunun tekmesine sinirlenip tekmeyi de atar. Kırmızı kart gören ve oyundan atılanGarrincha sahayı terkederken taşlanır şeytan misali, kafasına kocaman bir taş isabet eder, İsveç’te saha dışında gösterdiği ek başarının Şili’de tekrarlanmamasına belki de bu olay taşkoymuştur, en azından bizler öyle biliyoruz… 
  • Brezilya şimdiki Tahkim Kurulu’na gidip ceza almasını önler ve finalde harika bir oyun ortaya koyar Çek-oslavakya karşısında. 
  • Cech'in ellerinden kaçırıp Nihat’a golü hediye etmesi ile birebir olan bir pozisyonda golünü de atar, Çek kalecilerin kaderi olsa gerek.

Brezilya’da ikinci şampiyonluk yine çılgınca kutlanır. Turnuvanın başkahramanı Garrincha sokakta sambacıların arasına karışıp eğlenmeyi tercih eder, Pele ise sadece ilk maçta oynamasına rağmen lüks kokteylerde elit kesimle aynı karelere giriyordur.Garrincha sonraki günlerde şampiyonluğun zevkini toprak sahada hergün çıplak ayakla arkadaşlarıyla top oynayarak devam ettirir, basının ilgisi yoğunlaşır… Şöhretten sıkılmaya başlamıştır, ona göre gerçek hayat Brezilya’nın ta kendisiydi, futbol,kadınlar ve kadeh tokuşturmak, gerisi topun auta gitmesi kadar değersizdi... Pele ise kameraların önünü ceza sahası kadar seviyordu, medyanın gözbebeğiydi.
  • Botafogo kulübünün yöneticileri de Garrincha’nın ‘keyif’ adamlığını çok iyi kullanırlar, iki dünya şampiyonu olup hala okuyamayan Garrincha boş kağıda devam eder. Aynı takımda oynadığı futbolculardan daha az aldığını öğrenir, bundan rahatsız olur ama yine de önemsemez. Gece hayatı, alkol ve sürekli sahada ona atılan tekmelerle yorulmaya başlar. 
1962 yılında Rio de Janeiro derbisi olan Botafogo ile Flamengo maçı için 152 bin kişi Marakana stadymunu doldurur. Devre arasında artık dizi iflas etmiştir, sakat sakat oynamak için iğne yaptırır, çıkıp harika bir devre oynar. Üst üste ikinci kez kazanırlar şampiyonluğu, 3 golden ikisini atar. Fakat o maçtan sonra dizini hiç bir zaman eskisi gibi hissetmediğini anlatır anılarında.
Minik Serçe / Gökyüzünden Karanlığa
1966 Dünya kupası ile Botafogo hayranlarının ‘çarpık bacaklı melek’ diye adlandırdığı Garrincha için yükselme ve şaşalı dönem bitmeye başlamış, artık yeryüzüne doğru inmeye başlamıştı.
  • Bacaklarının eğri olmasından dolayı rakibi doğal olarak şaşırtan Garrincha, aldığı darbeler sonucu diyetini dizindeki acı ağrılarla öder, en sevdiği yerel içki olan Cachaça’dan da vazgeçmemesi sonucu fiziksel sorunları giderek artar. 
  • Şampiyonaya iyi başlangıç yapamazlar, ikinci maçta Pele sakat olduğu için oynamaz, genç Puşkaş’ın da olduğu güçlü Doğu Avrupa temsilcisi Macarlar’a yenilirler. Bu onun 50 milli maçtaki tek yenilgisidir ve son maçıdır, adeta herşeyin tepetaklak gideceğini haber verir ‘serçe’ye. 
  • Sakat olduğu için bir sonraki maçta oynamaz, Pele oynar ve yine yenilirler, turnuvaya sessiz bir veda ederler, Brezilya’da sokakları samba yerine sessizlik kaplar.
Özel hayatında ise Brezilya’ya has çikolata renkli bir şarkıcıyagönül topunu kaptırınca, Garrincha hızlı hayatına bir dripling daha atıp ailesini ve çocuklarını terkeder, koyu Katolik olan askeri darbe yönetimi ise ofsayt bayrağını kaldırır. 
  • Dikta rejimin kararını gören Botafogo kulübü hiç gecikmez, kenara alır Garrincha’yı, artık boş kâğıt verecek kulübü de yoktur. Üstüne dizi nedeniyle ameliyat olmuştur, futbolsuz kalıp geleceğe dair umutsuzlaşır. 
  • Pele ise 1966 yılında hayatının rövaşatasını beyaz ve elit bir kadınla evlenerek atar, şaşalı aileye katılır, havalı toplantılarda boy göstermeye devam eder. Garrincha yavaş yavaş unutulmaya başlanmış, ülkenin ve dikta yönetimin sembolü ve gururu artık Pele’dir.  
  • Pele bunlarla yetinmez, son golünü Avrupa’da Papa’nın elini öperek atar, askeri darbe rejiminin bir kez daha sevgisini kazanmıştır. 1970 yılında mükemmel bir kadroya liderlik yapan Pele, kupayla ülkesine dönüp ‘kral’ lakabını alır. 
  • Dikta yönetimin reklam filmleri ile propaganda araçlarından en önemlisi olur Pele.
Garrincha ise rejimin baskısından birazcık uzaklaşmak için İtalya’ya gider sevgilisiyle, orada İtalyan takımlarıyla görüşür fakat artık kariyerinin sonunda alkol problemi olan bir futbolcuya yatırım yapmaz İtalyanlar, adı büyük olan takımlarımızın şimdiki yöneticileri olsa idi bu yazıyı yazmamıza gerek kalmaz, Türkiye’de izlemiş olurduk Garrincha’yı. Pele ise Brezilya’daki kariyerini bitirip, Amerika’yı keşfetmeye gider. Cosmos takımına katılır, ligin seviyesini beğenmemesine rağmen attığı gollerle futbolun gelişmesine katkıda bulunup endüstriyel futbola uygun şekilde sponsorlarını memnun eder. Banka hesabına milyon dolarlar ekleyip şimdiki servetinin temellerini atar yatırımlarla, Garrincha ise hesapsızca fondip misali sona doğru yol almaktadır.
  • Garrincha 1973’e kadar dikiş tutturamayınca jübilesine karar verir, Marakana’yı 135 bin kişi doldurur, oynadığı 617 kulüp maçında 239 gol atan Garrincha jübile maçında gol atamaz ve futbola yani hayata veda eder. 
  • Büyük bir bunalıma sürükler onu futbolsuz hayat, alkolün dozajını artırır, bırakması için 15 senesini paylaştığı hayat arkadaşı elinden geleni yapsa da başaramaz. Hayat arkadaşının kulübeyi terk etmesi ile fiziksel ve ruhsal çöküntüye uğrayan Garrincha için hazin son yaklaşmaktadır.  
1981 Rio de Janerio festivalinde bir maskot gibi kullanılan, bir samba arabasına süs olarak oturtulan bu ‘eğlence’ adamının yüzü o gün hiç gülmez, Santos gözyaşlarıyla izler arkadaşını, 50 metre ötedeki VİP salonunda ise Pele ayrıcalıklı insanlarla doyasıya eğlenmektedir. Acı veren hayat uzatmalara gitmeden 1983'te son düdük ile biter, 49 yaşında karaciğer sirozundan ebediyen oyundan çıktığında fakir ve bakıma muhtaç biriydi. Jübilesinden sonra unutulan Garrincha’nın ölümü herkeste bir vicdan muhasebesine yol açar, Brezilya’nın her köşesinden insanlar cenazesine saygı duruşunda bulunmak icin akın eder.
Futbol size göre nedir diye sorulduğunda şöyle özetliyorGarrincha top sende iken gol atabileceğini düşünüyorsan durmailerle, düşünmüyorsan pas ver. Futbol oynamak inanın ki gizemli bir sey değil,  gizemi yaratmak sizin elinizde’.  
  • Garrincha’yı Pele ve günümüz profesyonel futbolcularından ayıran şey gerçekten bir serçe kadar özgür olmasıdır, tasasız, eğlenceli, disiplinsiz ve taktiğe kapalı mantığıdır. Biyografisini yazan Castro onu ‘profesyonel futbolun ürettiği en amatör ruhlu’ oyuncu diye tanımlar. 
  • Pele kazanmakla eşdeğerken, Garrincha ise futbolun sambası, sambanın futboludur. Brezilya kazanmayı amaçedinmiş insanların olduğu bir ülke değildir, bunun için Pele zirvede olmasına rağmen Garrincha’yı başka türlü severler.Garrincha’nın ölümünden sonra bir deyim doğmuştur bu ikili ile alakalı olarak, ‘Pele en iyisiydi, ama Garrincha ondan bile iyiydi’. 
  • Pele ise Garrincha ile aralarının iyi olmamasına rağmen, ‘Oolmasaydı 3 kez Dünya Şampiyonu olamazdım’ diyerek hakkını verir Garrincha’nın…
Brezilya’nın kendine has futbol kahramanı günümüz futbol dünyasında Pele kadar tanınmıyor ve hatırlanmıyor belki, ama bakımsız ve basit bir mezarlıkta yatarken eminiz ki çok önemsemiyordur bu durumu, mezarlıkta onun adına yaptırılan anıtın üzerinde yazan aşağıdaki dizeler Garrincha için çok daha fazla önemlidir muhtemelen,
  • Çok tatlı bir çocuktu, kuşlarla konuşurdu…

Kaynaklar
Yalnız Yıldız (Garrincha - Estrela Solitária), 
Film, 2003, 
http://www.imdb.com/title/tt0383373/
Brezilyanın İlahları, Belgesel, 2002,
http://www.bbc.co.uk/bbcfour/
documentaries/storyville/gods_of_brazil.shtml

25 Ekim 2013 Cuma

hakan savlı'ya dair

                                                                                     Hakan Savlı
M. Cahit Uzungece  
Karga İçin Yazdı

Hakan Savlı’nın iki Şiirindeki Adana ve Hatıraları
Bir Şehrin Gizli Hikâyesi
70’li yılların Adana’sını az çok bilenler, özellikle şaire yaşça yakın olup o vakitlerde çocukluk dönemlerinde olanlar Kembo’da anlatılan, Sanşo Panza’nın Ölümü’nde de değinilen yerleri kendi anılarıyla da yaşayacaktır. 
O Adana,
ömrümüzün en güzel yıllarını yaşayan Adana’dır. 
Küçüksaat Meydanı’nda sabahın en erken saatlerinden itibaren bekleşen ameleleri, 
onların Adana usulü pide ekmek içinde yine Adana usulü halka tatlıdan oluşan kahvaltılarını, 
Fikret Otyam’ın fotoğraflarında da gördüğümüz kasketli, kimi şalvarlı, yelekli duruşlarını hiç unutulmamıştır zaten onları belleğine kaydedenler. 
Bu dizelerle de geriye küçük bir dönüş olmuştur. 
“Küçüksaat’le Hurmalı arasında” (Kembo’dan)  yani Kuruköprü Meydanında o yılların büyük mitinglerinden birinde; 
şimdi yeri büyük bir otel olan, o zamanki Cumhuriyet İlkokulunun “babacan” müdürünün sol yumruğunu kaldırıp miting sloganlarına katılışını hatırladım okulun ön bahçesinde.
“Oradaydım 1979’un bir yaz gecesi”  
(Kembo’dan)
Oradayım 1975’in kışında, Cumhuriyet İlkokulunda öğrencilerin; otelin, okulu satın alıp alanına dâhil etmesine karşı yaptıkları “direnişte”...  Kembo!
“Cırlak sesli, palavracı, yaşlı kebapçı
Küçüksaat’le Hurmalı arasında, kebap arabasının önünde iki çocuk
Mossat ajanlarıyla savaşını dinlerdik;
Dansöz Züleyha’nın şifrelerini nasıl çözmüş dünyanın en güzel şiirlerini o yazmış Bir gün küçük bey lanet edip yaktım hepsini...”  
(Kembo’dan)

Yine Küçüksaat’le Hurmalı arasında, 
Kuruköprü’den Dörtyol ağzına Doğru; Maksim’in Yeni Pavyon’un Pamuk Palas’ın bir alt sokağı, 
70’li yılların Adana’sının en renkli mekânlarından biri olan Asri Sinema Sokağı’nda... 
Asri Sinema Sokağı, filmciler sokağı... Onlarca film şirketinin bulunduğu yer. 
Artık hayallerde bile olmayan insanlar... 
En az Kembo kadar ilginç kebapçı Selahattin Usta, yardımcısı Moiz...
Sonra bir esnafla tavla olmayan Bilal İnci, 
sokağın ucunda ilk ve son kez gördüğümYılmaz Güney, 
oraları mesken tutan çiftçiler, küçük ağalar, viranelerde oturan kadınlar, 
Sıdıka Bacı, 
torunlarının top oynarken kırdıkları mağaza camının önünde tüm hafta sonu, gece gündüz bekleyen seksenlik Ayşe Kadın, 
sokağın orta yaşlı erkeklerinin kalbini titreten Terzi Süreyya...  
Sonra Avni Usta...
Ne çok zaman geçmiş...
  • Kedi gibi miyavladığı için eğlendiğimiz, kâğıt toplayıcısı yaşlı adam... Onun, biz kulle (misket) oynarken bir süre bizi izleyip “Bir zamanlar bizde oynardık! Ama şimdi yalan oldu!” deyişi... Söyledikleri kadar konuşmasına da şaşırdığımız adam. Oysa o sadece miyavlar ve kâğıt toplardı... Biz öyle sanırdık.
“Dayıoğlu öldüğünde işemeye giderken
düşüp damdan bir beyaz gecesi
kasabın duvarına yağlı boyayla yazdı
Adanalılar evlerin tepelerinde uyunmaz …” (Kembo’dan)
Yine Asri Sinema Sokağında Kebapçı Nuri’nin ikinci karısından olan oğlu Sinek Muhittin’in uçurtma uçururken evin damından düşüp ölmesi... Terliklerin günlerce duvar kenarında kalışı...
Sonra o çocuk dünyamla âşık olduğum genç kız, elektronikçi Ergün’ün nişanlısı... Varlığımdan haberi var mıydı ki?
“Herkesle kavgalıydı, bütün mahalleyi ilıbar etmişti
Bu aşağıda adı yazılı olan şerefsizler kaçak elektrik kullanmaktadır
kendini de yazmış çakılmasın diye ama belediyeciler gidince,
 doğruca linç etmeye kalktı komşular...” (Kembo’dan)
  • Terzi Coşkun’un; “Şerefsiz doktor, öldürdü bizi iki dakkada. Bu kalple üç ay yaşayamazmışım...” deyişi ve bir ay sonra ölüşü... Ve onun anlattığı bir intihar hikâyesi :
“Çocuk aşktan delirmiş gibiydi, Allah var yakışıklıydı. İçerdi ama... Usta, çıktı evin damına indiremediler. Kibrit çöplerinin kavlarını koparıp koparıp yedi...”
bunları bir, bir hatırlatan dizelerle dolu Kembo. 
Hayatın tam içinden dizeler... 
Şimdi ne o eski Adana var ne de o insanlar. “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler.”(...)

“Hep alay konusuydu, sinir içinde, ama bizim dostumuz iki çocuktuk, birimiz denizci olduk, kıvırcık saçlı
Bütün denizleri dolaştınız, ne buldunuz küçük bey?
bense bu odalarda onun hayaletiyle geceleri
size bir şeyler verebildiysem, bana ne mutlu
Kembo gitti dediler, kalpten, gülmek tuttu ikimizi
...ama Çomar’ı öyle görünce...
O saygıdeğer canlı bir evdeki kadından daha iyi anladı.
Oradaydım 1979’un bir yaz gecesi
Bir adam balkonda bağırıyordu, pijaması delikli fanilasıyla
Bir gün bu yıldızlara hayatı götüreceğiz!
Söyleniyordu karısı, komşular
Yukarılara bakıyordu, cılız, çarpık bedeniyle, nemli gözlerle
Duymuyordu, dalıp gitmişti.
Kembo... 
(Kembo’dan)
  • Kembo’daki “kıvırcık saçlı”yı Sanşo Panza’nın Ölümü’nde de görürüz. Önceki şiirdeki denizci, Sanşo Panza’nın kendisidir bu şiirde.
“Ona sınıfta Sanşo Panza derlerdi/ Siyah boncuk gözlü, kıvırcık saçlı
Dostum derdik birbirimize/ Akşamları fabrikalar dağılır
Yemeklerini yiyip/ Uyurdu dünyalılar... İkimiz camda
Göz kırpardık el/ fenerleriyle.../ buradayım/ dostum
ben de/ buradayım”                                  
(Sanşo Panza’nın ölümünden)

  • Yakın Arap köylerinde gidilir, o mahzun çocuklardan jilet atma öğrenilir... Sonra...  İlk “yara’ların” mutlulukların edinildiği eski Adana genelevi...  İç içe girmiş izbe binalar, etrafta hamamlar, seks sinemaları, tatlıcılar, kahvehaneler, çayhaneler... Filmlerden düşmüş karelerde mekânlar, yüzler... Hurmalı mahallesindeki eski istasyon, raylar, giden trenler...
    Gidenler...
“Kuruköprü’nün arka sokaklarında
sokak kedilerinden Seyhan’a kadar
çaycılar, ameleler, simitçilerle... Dostluk biz bunu herkes anlamaz...
giderek nasıl oldu? Fark edemedim
bu Bukowski pislikleri, alkol ve serserilik
dostum, yenilip yitirdi karanlıkta el fenerini
...artık ışık/ yok ordan ama
Buradaydım/ ben buradayım” 
(Sanşo Panza’nın Ölümü’nden)
  • 70’li yılların (ve daha öncesinin) Adana’sından bugüne...   Gidenler...  El fenerini yitirenler... 
“Daha güzel bir dünya”nın idealindeyken şimdi yolunu yitirenler...
“Tatlı hayat” düşkünleri... Biraz hüzünlü, biraz yenilmiş...
Artık her yerde el fenerini yitirmiş  Sanşo Panza’lar...
“...ağlama dostum... Hadi ağlama...”
(Sanşo Panza’nın Ölümü’nden)
  • Bu iki şiirle Hakan Savlı bir dönem Adana’sına (belki Türkiye’sine) hiç yitirmediği el feneriyle (küçük bir kesitte de olsa) ışık tutmaktadır.
Şiirsel değeri, yeteneği bir yana bırakıp bu yönüyle baksak da şiirler, Hakan Savlı önemlidir.
“siz bunlara gülen küçük beyler
var oluşunuzu gerçekleştirebildiniz mi? 
(Kembo’dan)

24 Ekim 2013 Perşembe

güzel atlar



Hüseyin Adıbelli
Karga İçin Yazdı
Kapadokya;
Güzel Atlar, Barınaklar ve Tapınaklar Ülkesi


Derler ki; gördüğünüz yeri yeryüzünde herhangi bir coğrafyaya yerleştirememişseniz, hiç düşünmeden burası dünyadan bir yer olamaz demişseniz, orası mutlaka Kapadokya’dır…

Gerçekten de öyle; Anadolu platosunun tam ortasında, başka bir gezegenden ödünç alınıp dünyamıza iliştirilmiş gibi duran bir masal ülkesidir Kapadokya. Sınırlarını Nevşehir ortada kalacak şekilde Kayseri, Niğde, Aksaray ve Kırşehir illerinin belirlediği bozkır artığı bu muhteşem manzaranın üzerinde ve altında aslında bütün yüzyılların izlerini taşıyan medeniyetler mirası barınmaktadır. Bu yüzdendir üzerinde bunca çekik gözlünün gezinişi. Günümüzde efsanelerle gerçek hayat hikâyelerinin beyaz topraklarında birbirine karıştığı mistik atmosferiyle anılan esrarlı bir isimdir.
  • Aslında Kapadokya Anadolu’nun sıcaklığı, samimiyeti ve bereketiyle bir anda mükellef bir sofra gibi kuruluverir önünüze.
  • Neresinden başlayacağınızı bilemezsiniz. 
  • Her kafadan her kapıdan sürekli buyur eden bir ses duyulur içinizde… Her oylumu ayrı bir lezzette, her kıvrımı farklı bir güzelliktedir. 
Toprak altında, güneşten uzak bitmek bilmeyen dehlizler, galeriler ve katakomplardan oluşan labirentlere dalıp yerin kırk kat altına sürüklenirken, gayri ihtiyari rotasına düştüğünüz toprak üstündeki her patika dur durak bilmeden bir başkasına geçmeniz için sürekli kışkırtır. Yaklaşık 25 km2 genişlikteki alana yayılmış tüfler, sihirli ellerde hem bu dünyanın hem de ölüm sonrası mekanın ölçüleriyle binlerce yıl boyunca şekillenip durmuştur. Diğer yandan da doğa ile elbirliği etmiş insanın büyük bir hüneri vardır bu işte.
  • Kayaların litolojik özelliği su ve rüzgârın estetik anlayışına teslim olmuş görünse de bir süre sonra işin içine insan da dahil olmuş…
  • Doğanın bu başyapıtı zamanla inancın ve sabrın nasırlı ellerinde dantel gibi işlenmiştir. 
  • Kırgıbayırlarda ya da platolarda oraya buraya serpiştirilmiş gibi duran amorf kaya oluşumlarının piramit evleri, tepelerinde öylece kalmış kaya bloğu ile konik gövdeli hücreleri, çok katlı yeraltı galerileri ve güvercinlikleri ile adeta peri ülkesine dönüştürülmüştür. 
  • “Peri Bacaları” ismi ise Şahmeran hikâyesini andıran peri kızıyla insan arasında yaşandığına inanılan bir aşk efsanesinden miras kalmış görünüyor.
Çok gariptir ki, 18. yüzyıla kadar Kapadokya dünyanın gözüne batmamış. Şöhreti ancak 1700’lerin başında yakalayabilmiş. 1985 tarihinde ise, “Hem kültürel hem de doğal miras” niteliği ile kaydedilmiş. Her gördüğünü veyahut görmediğini ballandıra ballandıra anlatan Evliya Çelebi’nin namını kulağına üfleyen olmamış ki o da Kapadokya’nın semtine uğramamış. Bu yüzden de 18. yy. seyyahları Avrupa’da Kapadokya coğrafyasını anlatmakta büyük sıkıntı yaşamışlar: “Bahsettiğiniz yer Suriye çöllerinde olsaydı belki inandırıcı olurdu, ama tarihin en işlek coğrafyası sayılan Büyük Kapadokya’da böyle bir şeyin varlığından mutlaka tarih bahsederdi” diyerek anlatanlara önce inanmak istememişler.
  • Paul Lucas'in yalancılık hastalığına (mithomanie) yakalandığına inanmaya başladılar. 
  • Alman yazar C.M. Wieland (1733-1814) eleştirilerini su cümlelerle dile getirmiş: Herhangi eski bir yazarın kitabında veya seyahatnamesinde en ufak bir bahsine rastlamadığımız bu denli çok sayıda ev biçiminde oyulmuş piramitlerin varlığına inanmak imkânsızdır." 
Öte yandan bu toprakları kıymetini sanırım en iyi Persler bilmiş.
Zaten adının kaynağı olarak da Pers dilinde güzel Atlar Ülkesi anlamına gelen Kapatuka’dan kaynaklandığı ifade edilir. Persler belki kendi ülkelerindeki Kandovan’a benzerliği ile pek yabancılık çekmedikleri bir coğrafyada konuşlanmışlar.
Kandovan’da zamanla Moğol saldırılarından korunmak için tıpkı Kapadokya gibi bir sığınak olmuş. Adı da zaten “varolmak” anlamına geliyor.
  • Benim içinse Kapadokya, artık turist ayağı basmamış patikalarında kaybolunacak bir yer oldu.
  • Her gidişimde yeni bir yerini keşfetmenin mutluluğu ile dönülecek bir mistik atmosfer demek. 
Ya da
mübadele sonrası 
ocakta kalmış külün, 
saksıdayken bile bez bağlanmış gülün, 
kılıç şakırtıları arasında şekillenmiş tüfün 
ilginç oylumlarının seyredilmesi gereken bir yer…

23 Ekim 2013 Çarşamba

renkler



Mustafa Emre
Adana’nın Renkleri
Adana, Çukurova’nın gözbebeği, güneyin kent çekirdeğidir. Bir kolu Toroslar’da, öbür kolu Akdeniz’dedir. Tarih, kültür, sanat ve uygarlık merkezidir. Bütün çağlardan payını alan Adana tarihin koynunda yatar. Doğanın bütün güzelliklerini bağrında taşır. Kültürün, sanatın nabzını tutar. Yeşil yollarından kervanlar, ordular, göçler gelmiş, geçmiştir. Onun yolu İpek Yolu’dur: Baharat kokar, kumaşları ile göz alır.
· Hitit, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Osmanlı bu topraklara izler, renkler, sesler, düşürür; tarihin mozaiği oluşur kat kat.
· Söylenceler sarar taşı toprağı.
· Kaleler tutar yeri göğü.
· Savaşlar, depremler, seller gelir, geçer: Adana kalır, Adana olur. Adana’nın püreni, turacı vardır.
·Yalnızca bu yörede açan, uçan güzellikler…
· Bitki örtüsü yeşil içinde yeşildir.

Sarı sıcak, yanık buğday, altın pamuk, burcu burcu çiçekler bu toprağın renkleridir, ışık ışık yanar.
Görenler “Cennet olsa olsa burasıdır” der. Homeros’a göre ‘altın ova’dır. Türkülerin, sevdaların, şiirlerin coştuğu yerdir. Bin bir bitki açan, bin bir kuş uçuran Toroslar renk ve ışık yumağıdır. Göçerlerin sesleri, ezgileri ile çınlar, durur çağlar boyunca.
Toroslar’ın doruklarında, eteklerinde dünyanın en eski yeşili gülümser, söylenceler içinde kımıldar. Seyhan Irmağı boyunca alır başını gider.
· Akdeniz’e ulaşmak için çağlar, süzülür.
· Çünkü Akdeniz dünyanın en güzel mavisini sunar.
· Adana’da toprak ‘bereket’ tüter.
· Bire bin verir. Kuru dal bu topraklarda yeşerir. Eski yapılar, yapıtlar gün ışığını bekler.
· Toprak bir anadır.
· Göçenlere, gelenlere kucak açar.
· Şimdi yorgun görünüyor.
· O ananın çocuklarıdır Karacaoğlan, Dadaloğlu, Gündeşlioğlu…
· Seslenirler dünyaya sözlerde, sazlarda yeni bir anlam, yeni bir bakışla.
·Tümü de yaşamak ve sevmek adına.

Kültür ve sanat dünyamızı besleyen bir kaynaktır Adana. Renkli ve ışıklı bir birikimdir. Darağacında, ağzında ne varsa paylaşır. Çünkü, Adanalı’nın gözü tok, gönlü zengindir. Onun için yaşamı bir şiir gibi algılar. Bu yüzden seveni, söyleyeni çoktur. Yaşam, her durumu ile şiirde bulur kendini. Şiirden türküye, ninniden ağıda çeşitlilik gösterir.
· Bu uygarlıklar kavşağında zenginlikler oluşur.
· Sarı sıcakta, al toprakta yer bulur.
· Dağı taşı, çiçeği kuşu ile bir olur.
· Adana gerçeğini yaratır.
· Onun içindir ki Adana dünya içinde bir dünya.
· Anadolu içinde bir Anadolu.
· Çukurova içinde bir Çukurova’dır.

22 Ekim 2013 Salı

de ki solon


Tek Servetim Emeğim
 M. Cahit Uzungece

Bir ülke diyelim, eski zamanlardan. Ve o devre özgü (aslında her devre özgü canım) bir hükümdar olsun, bu eski zaman ülkesinin başında. Bir gün hükümdar tarihe merak sarsın. Ülkenin biricik bilgesini yanına çağırtsın hükümdarlığına özgü pervasızlığıyla. O sırada sözler nasıl devinir acep, şöyle bir şey olabilir mi?

Bilge - Yine beni istemişsiniz... Yine bilemediğim bu kez de, beni nasıl görmek istediğiniz.
Hükümdar- Anlaşılan bu gelişler kızdırmaya başlamış seni. Haksızsın demeyeceğim. Bir bilgesin bugüne bugün. Ama bundan dolayı herhangi bir utanç da duymuyorum. Ben rahatsız değilim anlayacağın... Seni nasıl
görmek istediğime gelince... Bilgesin, ülkenin belki en yüce insanısın bu
anlamda. Sözlerinin derinliği, yürekliliğin, ürkütebilirdi bile hükümdar­ları. Ama ben bundan da hoşnudum, senin gibi birinin karşımda olmasından.
Bilge- Benim meziyetlerim sizin övüncünüze dönüşmeden, ne istediğinizi sormam umarım bir saygısızlık olmaz "ihtişamınıza".
Hükümdar- Yanılmadığımı görmek mutlu ediyor beni. Uzatmayacağım. Senden bir tarihçi gibi çalışmanı istiyorum. Tüm bilgini kullan. Dünya tarihiyle ilgili bir çalışma istiyorum. Evet, zaman da senin olanaklarım da...

İç konuşma (Davudi bir ses…):
(Der ve beklemeye koyulur hükümdar, dilediği bilgilerin hazırlanıp
sunulmasını. Yıllar geçer. Sabırla çalışıp hazırladığı on ciltlik Dünya
Tarihi kitabını yine aynı sabırla bekleyen hükümdara sunar bilge...)

Bilge - Benden istediğinizi size layığınca sunabilmek için günlerce düşündüm nasıl çalışmam gerektiğini… Krallığınızın kitaplı­ğı yetersiz kaldı. Denizaşırı ülkelere gittim. Onlarca tarihçiyle görüştüm. Yardımlarını esirgemediler. Size sunduğum bu on ciltlik kitapta çok insanın emeği olduğunu bilmenizi isterim.

Hükümdar- İnanıyorum bunun için insanların ne çok çalıştıklarına, yorulduklarına. Uykusuz geçen geceleri düşünebiliyorum. Ama bence dünya tarihi için de olsa, çok bu kadar kitap... Azalt bunu, daha az...

İç konuşma:
(Bir mecburiyet olarak kabul eder bunu bilge. Ciltleri toplar ve gider evine. Aylarca çalışır. Tarihteki hangi olay değerinde önemliydi veya önem­siz. Birincisinden de çok emek harcar ve on cildi yarıya düşürür, yeniden çıkar hükümdarın karşısına. Ciltlere bakar canı sıkkın, "çok", der yine...)

Hükümdar- Bu kadar kitap çok… İnanıyorum ki sen bunları daha da azaltabilirsin. Biliyorsun, dünya tarihi için de olsa bu kadar söz çok. Kısalt bunları, gereksiz ayrıntıları at...

İç konuşma:
(Öncesinden de kızgın ayrılır oradan bilge. Aylarca çıkmaz evinden... Bir akşam elinde tek kitapla yine hükümdarın karşısına çıkar.)


Bilge-    Bu kitap için harcadığım emek,  ilkinden de fazla. Yorgunluğumu anlatmak istemiyorum. Yalnızca size bu kitabı sunuyorum.

İç konuşma:
(Hükümdar alır kitabı eline, karıştırır sayfalan. Ancak bir hükümdara yakışacak umursamazlık ve değer bilmezlikte bırakır bir kenara kitabı.)

Hükümdar- Çok... Biliyorum, öfkene mağlup olmak istemiyorsun. Ama inan bu kitap da çok insanlığın tarihini anlatmak için... Şimdi düşünüyorum da birkaç cümle de yetermiş bana, hatta birkaç sözcük...

İç konuşma:
(Hassiktir der içinden ve gülümser bilge ve tek kitabı da alarak yavaş yavaş uzaklaşır oradan. Bir kaç ay sonra daha da yorgun gelir. Dünya tarihini içeren sözcüklerin yazılı olduğu kâğıdı uzatır ona. Hükümdar yazıyı sadece içinden okur. Yüksek sesle okumaktan korkar. Belki mırıldanır, kim bilir…
"İnsanlar doğdular, acı çektiler ve öldüler..." )

Gelmek istediği nokta buydu Karga’nın...
İnsanın insanlaşma serüveni,  kıtlıklar,  göçler,  savaşlar... Toplumlarda sınıfsal farklılıkların ortaya çıkması; bu farklılıkların doğurduğu zulümler, acılar... Unutmamalı, sık sık tekrar etmeli, (tekrar etmeli, çünkü birçoğu hala meselenin derin bir sınıf meselesi olduğunun farkında değil ya da farkında ama derdinde değil ve çözüm yollarını keşmekeşe çevirip rezil vaziyette dolanmaktalar); yaşadığımız dünyada azınlıktaki mutlu insanların varlığının nedeni çoğunluktaki mutsuz insanlardır. Bireylerin, topluluk veya ulusların, ülkelerin yükselmesi için bu yüksekliğe(!) zemin oluşturacak başka bireylerin, toplulukların, ulusların veya ülkelerin varlığı şarttır. O köpek soyluluk(!) başka nasıl anlaşılabilir ki? Avrupa uygarlığının ne cins bir eli kanlı uygarlık olduğunu bilmeyen yok. Evet, "İnsanlar doğdular, acı çektiler ve öldüler"...  Öyledir? Hayır, maksat bir acılar tarihi önsözü yazmak değil. Belki sanatın filan da bu üçlemeden payını aldığına şöyle bir teğet geçmektir amacımız... Belki diyorum, hani bazen yazı kendini yazdırır ya.

Peki, hükümdar bir zaman sonra bilgeyi yanına çağırtıp aynı pervasızlığıyla ondan örneğin edebiyatın tarihini yazmasını isteseydi...  Bilge tek cümleyle nasıl özetlerdi o tarihi?
Şöyle gelişmiş olsun diyalog:

Hükümdar- Bu biçimde karşıma gelmek seni incitiyor biliyorum, kızdırıyor da. Ama biliyorsun düşüncelerimi artık.
Bilge- Zamanın değerini bir tüccardan çok, bir başıbozuktan çok, tüm ömrü yalnızca buyurmakla geçen "amaçsız" bir insandan çok ömrünün gün batımını yaşamakta olan biri bilir. Hem sarayınıza gelirken sokaklarda o kadar çok aç insan gördüm ki…
Hükümdar- Anlamış gibisin dileğimi. Bunu da bilge sezine bağlıyorum. Bir şair değilim. Hiç bir zaman da olamayacağım. Resim hakkında herhangi bir bilgim ya da yeteneğim olduğu söylenemez. Sözün kısası; bana sana­tın tarihini yaz. Ama lütfen uzatma öncesi gibi... Hem zamanın değerinden söz eden sensin... Eh onca yazıyı okumayacağımı bilen de...
Bilge- Peki, neden gerek duydunuz böyle bir şeye?
Hükümdar- Dünya üzerindeki her şey beni ilgilendiriyor. Bir hükümdarım. Danışmanlarımdan bağımsız kaldığım zamanlar da olmalı değil mi? Laf aramızda; sanki bana ait sözler, düşünceler... Okumasam da… Dursun orada!
Bilge- Sarayınızın balkonunda gül yetiştiremezsiniz...
Hükümdar- Ne gam! Sen o eziyeti bana bırak.
Bilge- Düşüncelerinizin sorumluluğunu taşıyabilecekseniz... Bu bir idam fermanı olarak kabul ediyorum.

İç konuşma:
(Der ve çıkar bilge istenen tarihinin kaydına tanık olmak için veya görüp göreceğini birkaç sözcüğe, tek cümleye sığdırabilmek için... )

Sanat ve edebiyatın, geniş bir kapsamda düşünerek, üretim ilişkile­rinden yola çıkarak geliştiğine inanıyoruz. Balık tutarken, tarlayı sürerken, tohumu atarken, odunu keserken... Ürünün daha bereketli olması için törenler düzenleyip; bu doğal süreci etkilemeye çalışır­ken... Danslar, büyüler yaparken insan geliştirmeye başlamıştır sanatı veya oluşturmaya başlamıştır bilmeden. İlkel insanın belleğinde nesneler, varlıklar, olaylar zamanla nitelik değiştirirler. Varlığı etkisinden dolayı unutulur. Ortaya koyduğudur artık aslolan, yani simgelediği... Bolluktur yağmur, sıcakta serinlik. Sonra âşıklara romantizmdir. Korkudur kimi zaman. Sel, hastalık, felaket... Aynı doğal olayın değişik durumlardaki konumunu izleyebi­liriz bu örneklerle.
Sele uğramış bir köyün büyücü - ozanı yağmurla ilgili bir türkü yaksa, onun yıkıcılığından, öldürücülüğünden, açlık nedeni oluşundan söz edecektir. Artık onun belleğinde ve düşleminde nitelik değiştirmiş, bir ağıta dönüşmüştür o. Sonra her şey bitmiş bir türkü kalmıştır geriye. Ve derken, belki de, zamanla ona törenlerle adaklar sunulan bir güç; hoşnut edilmesi gereken... Su altında kalan ürün unutulur, boğulan insanlar unutulur, hastalıklar unutulur, yağmur unutulur, türküsü unutulur ve zaman zaman öfkelenen bir tanrı kalır geriye...
"Maorilerin bir patates dansı vardır. Körpe ürünler doğu rüzgârlarından zarar görebileceği için, genç kızlar tarlalara gidip dans ederler, gövdeleriyle rüzgârın esişini, yağmurun yağışını, bitkile­rin büyüyüp yeşermesini öykünürler. Bir yandan da türkü söyle­yerek, ekinleri de kendilerine uymaya çağırırlar. Gerçekleşmesini istedikleri sonucu düşsel bir biçimde yerine getirirler. Bu asıl işin bir tamamlayıcısı olan aldatıcı bir eylem, yani büyüdür. Dansın patatesler üstünde doğrudan doğruya bir etkisi olmayabilir, ama dansa katılan kızlar üstünde hiç de küçümsen­meyecek bir etkisi olabilir, nitekim vardır da. Dansın patatesleri koruyacağı inancıyla esinlenerek, daha büyük bir güven ve güçle tarlarına bakmaya başlarlar. Böylelikle dansın ürünler üzerinde de bir etkisi görülür sonunda. Dans, kızların gerçeklik karşısın­daki öznel tutumlarını, dolaylı olarak da gerçekliği değiştirmiş olur".

İşte bu gerçekliğin zamanla sanatsal bir yapıya bürüneceği değişim sergüzeştindeki acı, küçümsenecek bir acı mıdır?
Dünyanın tarihi bunlardan bağımsız mı? Resmi tarih bunları görmezden gelir. Gelse bile "yaşanmış" bunları yoklar hanesine yazabilir mi? Peki bunun başka yolu var mı? Yani acı çekmeden geçebilecek bir yaşam. Bilmem ki!
Devam edelim o zaman.
“Kendilerini danslarının coşturuculuğuna kaptıran aç, korkmuş ilkel insanlar, doğa karşısındaki güçsüzlüklerini gerçek dünyanın, dış dünyanın bilincinden uzaklaşıp özledikleri dünyaya bilinçaltına, düşlerindeki iç dünyaya geçişlerini, ruh ve bedenlerinin katıldığı, yoğun bir sarhoşluk içinde dile getiriyorlardı. İnsanüstü bir çabayla, yanılsamayı gerçekliğe dayatmaya çalışıyorlardı. Gerçi çabaları da boşa gitmiyordu. Böylece, kendileriyle çevreleri arasındaki fiziksel çatışma çözülüyor, denge sağlanmış oluyordu. Öyle ki, gerçekliğe döndüklerinde, gerçeklikle eskisinden daha iyi baş edebi­lecek bir duruma gelmiş oluyorlardı."

İç konuşma:
(Bilge, her zamankinden de yorgun gelir saraya. Onu böyle görünce, belki ilk kez bacaklarının titrediğini hisseder hükümdar.  Bilgenin çektiği yüzüne yazılmışçasına bellidir.
Gösterdiği koltuğa oturmasını ister. Bilge bunu duymamış, derin sulara bakıyormuş gibi dalmıştır boşluğa. Bir zaman sessizlik olur. Hükümdar çeki­nir önce konuşmaya, sonra [anımsayarak hükümdar olduğunu ve] iri bir yutkunmanın ardından, yine de çekinerek başlar konuşmaya)

Hükümdar-  Yorgun görüyorum seni.  
Bilge-  Değilim. Aksine, hiç bu kadar dinç olmamıştım.
Hükümdar-   Bedenin bunu söylemiyor, yüzün...
Bilge-  Yanlış görüyorsunuz. Her şeyi yanlış gördüğünüz gibi.
Hükümdar-   Bir araştırma istemiştim senden, bir isyan hazırlığı değil.
Bilge-   Size de ancak böyle bir yorumu yakıştırırdım efendim. Eğer başka türlü olsaydı yüreğimin çarpışını siz de duyardınız.
Hükümdar-   Cesaretin ölümün kapısını çalıyor.
Bilge-İnsanın yanılmadığını görmesi ne güzel… Hükümdarım, buyruğunuzu yerine getirmek için önceden izlediğim yolu tersinden geçtim, işliklerde yattım, su altında kalmış tarlaları gezdim. Köle pazarlarında sonra, bir kadına tutuldum. Büyücü diye yaktılar sevdiğimi. Bir gün bir ozanla tanıştım. Tüm kenti ona deli diyordu. Oysa yalnızca ayın hiç görünmeyen yüzüne âşıktı. Cam işçileriyle aynalar, kadehler, boncuklar yaptım. Her renk için ayrı ocaklar kurduk. Aynanın ardındaki sır yollara düşürdü yeniden. Aradan asırlar geçtiğine emindim kentin kapışma vardığımda, Avucumda şu kâğıt parçasıyla. Oysa ancak üç kez dönmüş dünya güneşin çevresinde.
Hükümdar-  Nedir orada yazan?

İç konuşma( Yine o Davudi ses):
Hükümdarın artık titreyen ellerine bırakır elindeki kâğıdı. Ben bilmem orada ne yazdığını. Lakin orada yazanı hükümdarın da okuduğunu, oradan da kendine insani bir mana çıkardığını zannetmem...
Neticede anlattığım bir hikâyedir. Ama şu son cümlelerde hikâye olamayan bir netice vardır.

Evet, EMEK sanatı da besler.
Devamında şöyle der Tolstoy:
“Benim tarlam Tanrının toprağıydı. Nereyi sürdüysem orası benim toprağımdı. Toprak herkesindi. Hiç kimsenin kendisinin olduğunu söyleyemediği bir şeydi toprak. İnsanların kendilerinin olduğunu söyledikleri tek şey emekti!”

Kaynak: G. THOMSON, Tarih Öncesi Ege II / İnsanın Özü
Çeviren C. ÜSTER,
PAYEL İSTANBUL

21 Ekim 2013 Pazartesi

ince memed

Kurmacanın Büyüsü
Cengiz Gündoğdu
Karga İçin Yazdı


İnce Memed’i okuduğumda sanırım ortaokul sıralarında öğrenciydim.
Bir solukta okumuştum.
Çarpmıştı adeta beni.
Günlerce etkisinde kalmıştım.
Memed’le birlikte kaçmıştım Abdi Ağa’nın zulmünden, Memed’le birlikte âşık olmuştum Hatçe’ye, Memed’le birlikte ağa zulmüne isyan etmiş, eşkıyalara katılmıştım.
Roman okuyup bitirmiştim ama bende bitmemişti roman.
İnce Memed’i, anasını, Hatçe’yi, Topal Ali’yi, Abdi Ağa’yı romanın dışına taşıyıp kafamda yaşatmayı sürdürmüştüm.
Arkadaşlarıma anlatmış, kitaptaki dünyayı onlarla da paylaşmaya çalışmıştım. Ama başaramamıştım. Dilimin büyüsü eksikti.
Herkesin kendince hayal ettiği, olmayı arzuladığı yerler vardır.
Bende de İnce Memed’in yaşadığı coğrafya saplantı hâline gelmişti o yaşlarda. Adana’yı görmüş herkese Dikenlüdüzü’nü, Anavarza Kalesi’ni, Savrun Çayı’nı, Düldül Dağı’nı,  Vayvaylı’yı, sonra da İnce Memed’i soruyordum. Anavarza’dan, Düldül’den haberli olanlara rastlamıyor değildim. Ne yazık ki İnce Memed’i tanıyan yoktu. Bilmemelerine şaşırıyor, bunu bilgisizliklerine yoruyordum.
Araya yıllar girdi, öğretmen olarak Yaşar Kemal’in roman dünyasının coğrafyasına atandım.
Düldül Dağı’nın dibindeki bir ilçeye. İçim içime sığmıyordu.
Öğretmendim artık, kendi paramı kazanacak, dahası yeni yetmeliğimde günlerce hayalimde canlandırdığım coğrafyayı gerçek yüzüyle görecektim.
Rüzgârlı bir aralık günü indim Düldül’ün dibindeki ilçeye. 
Üç yıl yaşadım orada. Daha sonra da İnce Memed’de anlatılan coğrafyanın birçok noktasını görme olanağını buldum. Hayal kırıklığı yaşadım diyemem. 
Ama bugün hâlâ bu coğrafya, Yaşar Kemal’in İnce Memed’de betimlediği, benim de canlandırdığım biçimiyle yaşıyor bende.