1 Kasım 2013 Cuma

bir öykü

Hoşgör Köftecisi
Orhan Veli Kanık
Size bu yazımda üç masalı bir balıkçı meyhanesinde gördüğüm bir dünyadan bahsedeceğim.
İşiniz düşer bilmediğiniz bir semtte kalırsınız. Yemek zamanı geçmiştir, karnınız acıkmıştır. “Bir aşçı dükkânı bulsam da iki lokma bir şey yesem,” dersiniz. Dolaşırsınız, sağa bakarsınız, sola bakarsınız, yiyecek bir şey göremezsiniz. Dükkânın camekânları, musluklar, testereler, ip yumakları, kurşun borular, tahlisiye simitleri türlerinden mallarla doludur. Dünyanın manasız bir dünya olduğuna hükmedeceğiniz gelir. Üzülmeyin. Bu manasız dünyanın hiç ummadığınız bir yerinde kapısından dört bir yana nefis kebap kokuları yayılan bir kebapçı dükkânıyla karşılaşmanız imkânsız değildir. İşte ben de o üç masalı balıkçı meyhanesini öyle bir yerde buldum. Daracık kapısından içeriye girerken aksi bir laf mı söylemişim nedir, ters bir müdahaleyle karşılandım. Bir ses: “Ne kafa tutuyorsun, otursana,” dedi. Üstelik bu sesin sahibi bir kadındı. Neye uğradığımı anlayamadım. Oturdum. Ayna mı, cam mı, ne olduğunu kestirmediğim bir müstatilde tablası başında balık satan bir balıkçı görüyordum. Durmadan bağırıyordu:
-Liraya, buraya; liraya, buraya!
Ağız hareketlerinin sonradan seslendirilmiş filmlerdekilere benzer bir hali vardı. Sanki bu ses o ağızdan çıkmıyordu. İlkin yadırgadığım bu hale sonra sonra o kadar alıştım ki, hani beş on dakika susacak olsa adeta rahatsız oluyordum. Muntazam tiktaklarına alıştığınız duvar saatiniz birdenbire duracak olsa nasıl olursunuz? Ona benzer bir şey.
Yanımdaki masada üç kadın oturuyordu. Üçü de dükkânla akraba gibiydiler. Beni tam bir külhanbeyi edasıyla karşılayan kadın sordu:
-Ne içersiniz bayım? Bira mı, şarap mı?
-Bir şey içmek mi lazım? Şarap olsun öyleyse…
Dükkânın havasına enikonu ısındığımı hissettiğim bir anda bu sevimli kadının ismini öğrenmek istedim:
-İsmim bana bile lazım değil, sen ne yapacaksın? dedi.
Sonra yanındaki masada oturan kadınlara dönüp anlatmaya başladı:
-Kardeş, geldi kapıya dayandı. Çatçatı da var patpatı da var. Versek de alıp kaçıracak vermesek de. Hani “Ver de kurtul!” demiş. Bizimki de o hesap, verdik kurtulduk.
Neden bahsettiğini anlayamıyordum. Ama hoş bir hikâyeye benziyordu.
Orada üç dört saat kaldım. Ben dükkândan oldum, ama dükkân benden olmadı. O güzel havanın tam manasıyla içine girebilmek için aynı yere tekrar tekrar gitmek icap etti. Aileden olmaya başladığımı ancak Muallâ Ablayla “Fosforlu” şarkısını söyledikten, dükkân sahibi Ethem Ağabeyle dertleştikten sonra anladım. Hatta o bile yetmedi. Dışarıda durmadan “Liraya, buraya!” diye bağıran balıkçının sesi, tahta masalar, dar peykeler, çarpık iskemlelerde de akraba oldum. Takacı, motorcu, mavnacı arkadaşlarımın dertlerini öğrendim. Rizeli Mustafa Kaptanın, Ömer’in, Papo’nun hikâyelerini dinledim. O şarkılarda, o seslerde, op hikâyelerde büyük bir dünya vardı. O daracık dükkâna giderken kendimi seyahate, hem de büyük bir seyahate çıkan bir adam sanıyordum. Gemici, motorcu, takacı dostlarımla Giresun’dan fındık yüklüyor, Kefken açıklarında denize tutuluyor, Köstence’de Niko Bar’dan çıkıp Türk arabacının arabasına biniyor, Novorosisk Limanında Balalayka dinliyor, Kazablanka’ya gidecek bir petrol gemisinde tütün satıyordum. Bu üç masalı balıkçı meyhanesinde gördüğüm dünya gerçekten ne güzeldi! Çalışan insanlar, namuslu insanlar, kardeş insanlar.
Güzel bir dünyada yaşamak istiyorsanız, siz de öyle güzel bir meyhane bulunuz.
Tanin
2 Nisan 1947


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder