22 Ekim 2013 Salı

de ki solon


Tek Servetim Emeğim
 M. Cahit Uzungece

Bir ülke diyelim, eski zamanlardan. Ve o devre özgü (aslında her devre özgü canım) bir hükümdar olsun, bu eski zaman ülkesinin başında. Bir gün hükümdar tarihe merak sarsın. Ülkenin biricik bilgesini yanına çağırtsın hükümdarlığına özgü pervasızlığıyla. O sırada sözler nasıl devinir acep, şöyle bir şey olabilir mi?

Bilge - Yine beni istemişsiniz... Yine bilemediğim bu kez de, beni nasıl görmek istediğiniz.
Hükümdar- Anlaşılan bu gelişler kızdırmaya başlamış seni. Haksızsın demeyeceğim. Bir bilgesin bugüne bugün. Ama bundan dolayı herhangi bir utanç da duymuyorum. Ben rahatsız değilim anlayacağın... Seni nasıl
görmek istediğime gelince... Bilgesin, ülkenin belki en yüce insanısın bu
anlamda. Sözlerinin derinliği, yürekliliğin, ürkütebilirdi bile hükümdar­ları. Ama ben bundan da hoşnudum, senin gibi birinin karşımda olmasından.
Bilge- Benim meziyetlerim sizin övüncünüze dönüşmeden, ne istediğinizi sormam umarım bir saygısızlık olmaz "ihtişamınıza".
Hükümdar- Yanılmadığımı görmek mutlu ediyor beni. Uzatmayacağım. Senden bir tarihçi gibi çalışmanı istiyorum. Tüm bilgini kullan. Dünya tarihiyle ilgili bir çalışma istiyorum. Evet, zaman da senin olanaklarım da...

İç konuşma (Davudi bir ses…):
(Der ve beklemeye koyulur hükümdar, dilediği bilgilerin hazırlanıp
sunulmasını. Yıllar geçer. Sabırla çalışıp hazırladığı on ciltlik Dünya
Tarihi kitabını yine aynı sabırla bekleyen hükümdara sunar bilge...)

Bilge - Benden istediğinizi size layığınca sunabilmek için günlerce düşündüm nasıl çalışmam gerektiğini… Krallığınızın kitaplı­ğı yetersiz kaldı. Denizaşırı ülkelere gittim. Onlarca tarihçiyle görüştüm. Yardımlarını esirgemediler. Size sunduğum bu on ciltlik kitapta çok insanın emeği olduğunu bilmenizi isterim.

Hükümdar- İnanıyorum bunun için insanların ne çok çalıştıklarına, yorulduklarına. Uykusuz geçen geceleri düşünebiliyorum. Ama bence dünya tarihi için de olsa, çok bu kadar kitap... Azalt bunu, daha az...

İç konuşma:
(Bir mecburiyet olarak kabul eder bunu bilge. Ciltleri toplar ve gider evine. Aylarca çalışır. Tarihteki hangi olay değerinde önemliydi veya önem­siz. Birincisinden de çok emek harcar ve on cildi yarıya düşürür, yeniden çıkar hükümdarın karşısına. Ciltlere bakar canı sıkkın, "çok", der yine...)

Hükümdar- Bu kadar kitap çok… İnanıyorum ki sen bunları daha da azaltabilirsin. Biliyorsun, dünya tarihi için de olsa bu kadar söz çok. Kısalt bunları, gereksiz ayrıntıları at...

İç konuşma:
(Öncesinden de kızgın ayrılır oradan bilge. Aylarca çıkmaz evinden... Bir akşam elinde tek kitapla yine hükümdarın karşısına çıkar.)


Bilge-    Bu kitap için harcadığım emek,  ilkinden de fazla. Yorgunluğumu anlatmak istemiyorum. Yalnızca size bu kitabı sunuyorum.

İç konuşma:
(Hükümdar alır kitabı eline, karıştırır sayfalan. Ancak bir hükümdara yakışacak umursamazlık ve değer bilmezlikte bırakır bir kenara kitabı.)

Hükümdar- Çok... Biliyorum, öfkene mağlup olmak istemiyorsun. Ama inan bu kitap da çok insanlığın tarihini anlatmak için... Şimdi düşünüyorum da birkaç cümle de yetermiş bana, hatta birkaç sözcük...

İç konuşma:
(Hassiktir der içinden ve gülümser bilge ve tek kitabı da alarak yavaş yavaş uzaklaşır oradan. Bir kaç ay sonra daha da yorgun gelir. Dünya tarihini içeren sözcüklerin yazılı olduğu kâğıdı uzatır ona. Hükümdar yazıyı sadece içinden okur. Yüksek sesle okumaktan korkar. Belki mırıldanır, kim bilir…
"İnsanlar doğdular, acı çektiler ve öldüler..." )

Gelmek istediği nokta buydu Karga’nın...
İnsanın insanlaşma serüveni,  kıtlıklar,  göçler,  savaşlar... Toplumlarda sınıfsal farklılıkların ortaya çıkması; bu farklılıkların doğurduğu zulümler, acılar... Unutmamalı, sık sık tekrar etmeli, (tekrar etmeli, çünkü birçoğu hala meselenin derin bir sınıf meselesi olduğunun farkında değil ya da farkında ama derdinde değil ve çözüm yollarını keşmekeşe çevirip rezil vaziyette dolanmaktalar); yaşadığımız dünyada azınlıktaki mutlu insanların varlığının nedeni çoğunluktaki mutsuz insanlardır. Bireylerin, topluluk veya ulusların, ülkelerin yükselmesi için bu yüksekliğe(!) zemin oluşturacak başka bireylerin, toplulukların, ulusların veya ülkelerin varlığı şarttır. O köpek soyluluk(!) başka nasıl anlaşılabilir ki? Avrupa uygarlığının ne cins bir eli kanlı uygarlık olduğunu bilmeyen yok. Evet, "İnsanlar doğdular, acı çektiler ve öldüler"...  Öyledir? Hayır, maksat bir acılar tarihi önsözü yazmak değil. Belki sanatın filan da bu üçlemeden payını aldığına şöyle bir teğet geçmektir amacımız... Belki diyorum, hani bazen yazı kendini yazdırır ya.

Peki, hükümdar bir zaman sonra bilgeyi yanına çağırtıp aynı pervasızlığıyla ondan örneğin edebiyatın tarihini yazmasını isteseydi...  Bilge tek cümleyle nasıl özetlerdi o tarihi?
Şöyle gelişmiş olsun diyalog:

Hükümdar- Bu biçimde karşıma gelmek seni incitiyor biliyorum, kızdırıyor da. Ama biliyorsun düşüncelerimi artık.
Bilge- Zamanın değerini bir tüccardan çok, bir başıbozuktan çok, tüm ömrü yalnızca buyurmakla geçen "amaçsız" bir insandan çok ömrünün gün batımını yaşamakta olan biri bilir. Hem sarayınıza gelirken sokaklarda o kadar çok aç insan gördüm ki…
Hükümdar- Anlamış gibisin dileğimi. Bunu da bilge sezine bağlıyorum. Bir şair değilim. Hiç bir zaman da olamayacağım. Resim hakkında herhangi bir bilgim ya da yeteneğim olduğu söylenemez. Sözün kısası; bana sana­tın tarihini yaz. Ama lütfen uzatma öncesi gibi... Hem zamanın değerinden söz eden sensin... Eh onca yazıyı okumayacağımı bilen de...
Bilge- Peki, neden gerek duydunuz böyle bir şeye?
Hükümdar- Dünya üzerindeki her şey beni ilgilendiriyor. Bir hükümdarım. Danışmanlarımdan bağımsız kaldığım zamanlar da olmalı değil mi? Laf aramızda; sanki bana ait sözler, düşünceler... Okumasam da… Dursun orada!
Bilge- Sarayınızın balkonunda gül yetiştiremezsiniz...
Hükümdar- Ne gam! Sen o eziyeti bana bırak.
Bilge- Düşüncelerinizin sorumluluğunu taşıyabilecekseniz... Bu bir idam fermanı olarak kabul ediyorum.

İç konuşma:
(Der ve çıkar bilge istenen tarihinin kaydına tanık olmak için veya görüp göreceğini birkaç sözcüğe, tek cümleye sığdırabilmek için... )

Sanat ve edebiyatın, geniş bir kapsamda düşünerek, üretim ilişkile­rinden yola çıkarak geliştiğine inanıyoruz. Balık tutarken, tarlayı sürerken, tohumu atarken, odunu keserken... Ürünün daha bereketli olması için törenler düzenleyip; bu doğal süreci etkilemeye çalışır­ken... Danslar, büyüler yaparken insan geliştirmeye başlamıştır sanatı veya oluşturmaya başlamıştır bilmeden. İlkel insanın belleğinde nesneler, varlıklar, olaylar zamanla nitelik değiştirirler. Varlığı etkisinden dolayı unutulur. Ortaya koyduğudur artık aslolan, yani simgelediği... Bolluktur yağmur, sıcakta serinlik. Sonra âşıklara romantizmdir. Korkudur kimi zaman. Sel, hastalık, felaket... Aynı doğal olayın değişik durumlardaki konumunu izleyebi­liriz bu örneklerle.
Sele uğramış bir köyün büyücü - ozanı yağmurla ilgili bir türkü yaksa, onun yıkıcılığından, öldürücülüğünden, açlık nedeni oluşundan söz edecektir. Artık onun belleğinde ve düşleminde nitelik değiştirmiş, bir ağıta dönüşmüştür o. Sonra her şey bitmiş bir türkü kalmıştır geriye. Ve derken, belki de, zamanla ona törenlerle adaklar sunulan bir güç; hoşnut edilmesi gereken... Su altında kalan ürün unutulur, boğulan insanlar unutulur, hastalıklar unutulur, yağmur unutulur, türküsü unutulur ve zaman zaman öfkelenen bir tanrı kalır geriye...
"Maorilerin bir patates dansı vardır. Körpe ürünler doğu rüzgârlarından zarar görebileceği için, genç kızlar tarlalara gidip dans ederler, gövdeleriyle rüzgârın esişini, yağmurun yağışını, bitkile­rin büyüyüp yeşermesini öykünürler. Bir yandan da türkü söyle­yerek, ekinleri de kendilerine uymaya çağırırlar. Gerçekleşmesini istedikleri sonucu düşsel bir biçimde yerine getirirler. Bu asıl işin bir tamamlayıcısı olan aldatıcı bir eylem, yani büyüdür. Dansın patatesler üstünde doğrudan doğruya bir etkisi olmayabilir, ama dansa katılan kızlar üstünde hiç de küçümsen­meyecek bir etkisi olabilir, nitekim vardır da. Dansın patatesleri koruyacağı inancıyla esinlenerek, daha büyük bir güven ve güçle tarlarına bakmaya başlarlar. Böylelikle dansın ürünler üzerinde de bir etkisi görülür sonunda. Dans, kızların gerçeklik karşısın­daki öznel tutumlarını, dolaylı olarak da gerçekliği değiştirmiş olur".

İşte bu gerçekliğin zamanla sanatsal bir yapıya bürüneceği değişim sergüzeştindeki acı, küçümsenecek bir acı mıdır?
Dünyanın tarihi bunlardan bağımsız mı? Resmi tarih bunları görmezden gelir. Gelse bile "yaşanmış" bunları yoklar hanesine yazabilir mi? Peki bunun başka yolu var mı? Yani acı çekmeden geçebilecek bir yaşam. Bilmem ki!
Devam edelim o zaman.
“Kendilerini danslarının coşturuculuğuna kaptıran aç, korkmuş ilkel insanlar, doğa karşısındaki güçsüzlüklerini gerçek dünyanın, dış dünyanın bilincinden uzaklaşıp özledikleri dünyaya bilinçaltına, düşlerindeki iç dünyaya geçişlerini, ruh ve bedenlerinin katıldığı, yoğun bir sarhoşluk içinde dile getiriyorlardı. İnsanüstü bir çabayla, yanılsamayı gerçekliğe dayatmaya çalışıyorlardı. Gerçi çabaları da boşa gitmiyordu. Böylece, kendileriyle çevreleri arasındaki fiziksel çatışma çözülüyor, denge sağlanmış oluyordu. Öyle ki, gerçekliğe döndüklerinde, gerçeklikle eskisinden daha iyi baş edebi­lecek bir duruma gelmiş oluyorlardı."

İç konuşma:
(Bilge, her zamankinden de yorgun gelir saraya. Onu böyle görünce, belki ilk kez bacaklarının titrediğini hisseder hükümdar.  Bilgenin çektiği yüzüne yazılmışçasına bellidir.
Gösterdiği koltuğa oturmasını ister. Bilge bunu duymamış, derin sulara bakıyormuş gibi dalmıştır boşluğa. Bir zaman sessizlik olur. Hükümdar çeki­nir önce konuşmaya, sonra [anımsayarak hükümdar olduğunu ve] iri bir yutkunmanın ardından, yine de çekinerek başlar konuşmaya)

Hükümdar-  Yorgun görüyorum seni.  
Bilge-  Değilim. Aksine, hiç bu kadar dinç olmamıştım.
Hükümdar-   Bedenin bunu söylemiyor, yüzün...
Bilge-  Yanlış görüyorsunuz. Her şeyi yanlış gördüğünüz gibi.
Hükümdar-   Bir araştırma istemiştim senden, bir isyan hazırlığı değil.
Bilge-   Size de ancak böyle bir yorumu yakıştırırdım efendim. Eğer başka türlü olsaydı yüreğimin çarpışını siz de duyardınız.
Hükümdar-   Cesaretin ölümün kapısını çalıyor.
Bilge-İnsanın yanılmadığını görmesi ne güzel… Hükümdarım, buyruğunuzu yerine getirmek için önceden izlediğim yolu tersinden geçtim, işliklerde yattım, su altında kalmış tarlaları gezdim. Köle pazarlarında sonra, bir kadına tutuldum. Büyücü diye yaktılar sevdiğimi. Bir gün bir ozanla tanıştım. Tüm kenti ona deli diyordu. Oysa yalnızca ayın hiç görünmeyen yüzüne âşıktı. Cam işçileriyle aynalar, kadehler, boncuklar yaptım. Her renk için ayrı ocaklar kurduk. Aynanın ardındaki sır yollara düşürdü yeniden. Aradan asırlar geçtiğine emindim kentin kapışma vardığımda, Avucumda şu kâğıt parçasıyla. Oysa ancak üç kez dönmüş dünya güneşin çevresinde.
Hükümdar-  Nedir orada yazan?

İç konuşma( Yine o Davudi ses):
Hükümdarın artık titreyen ellerine bırakır elindeki kâğıdı. Ben bilmem orada ne yazdığını. Lakin orada yazanı hükümdarın da okuduğunu, oradan da kendine insani bir mana çıkardığını zannetmem...
Neticede anlattığım bir hikâyedir. Ama şu son cümlelerde hikâye olamayan bir netice vardır.

Evet, EMEK sanatı da besler.
Devamında şöyle der Tolstoy:
“Benim tarlam Tanrının toprağıydı. Nereyi sürdüysem orası benim toprağımdı. Toprak herkesindi. Hiç kimsenin kendisinin olduğunu söyleyemediği bir şeydi toprak. İnsanların kendilerinin olduğunu söyledikleri tek şey emekti!”

Kaynak: G. THOMSON, Tarih Öncesi Ege II / İnsanın Özü
Çeviren C. ÜSTER,
PAYEL İSTANBUL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder