3 Mayıs 2014 Cumartesi

hakiki hayat sahneleri 1


Hakiki Hayat Sahneleri 1
Sosyal Sorumluluk
Dünyanın adil bir yer olmadığı kanısına çocukluk yıllarımda varmıştım. O yıllarda, okullarda müsamereler düzenlenirdi. Bir 23 Nisan arifesinde yine bir müsamere tertiplemek istiyordu sınıf annemiz ve ben de ekibe seçildim. Hoşlandığım kız da seçildi ekibe. Hoşlandığım dediysem, işte bir çocuk nasıl hoşlanırsa öyle. Oynayacağımız oyun gereği herkes bir kadın bir erkek olmak üzere eşleştirildi. Hoşlandığım kız ise benimle değil kolları daha kuvvetli, zengin çocuğu Semih ile eşleşti. Özellikle vurgu yapmama gerek yok herhalde. Aradaki adaletsizlik zengin ile zengin olmayan arasında. Yeteri kadar bütçemiz olsaydı ve ben de çeşitli spor dalları ile ilgilenebilseydim elbet kollarım güçlü olacaktı.

Yıllar sonra dünyanın adil olmadığı fikrini geliştirdim. Artık diyorum ki dünya adil değildir ama yaşamın adil olmadığını söylemek kaderciliğin bir boyutudur. Oysa yaşam içerisinde, dünyanın adil bir yer olması için irade koymak mümkündür.

İstanbul’un işlek caddelerinden birinde yürüyorum. Gözüme bir bez pankart çarptı. Üzerinde bilmem ne vakfı, bilmem kim yararına müzayede yazıyordu. Belli ki şımarık popçuların tanıtım çalışmalarından biri. Ne kadar da “bilinçliler”, ne kadar da “sanatçılar”. Baksana topluma olan sorumluluklarını yerine getiriyorlar. Biz sizi uyuturuz, size sahte dünyalar çizeriz, hatta siz orada mutlu mesut yaşarsınız da, bir yandan da size “faydalı işler” yaparız.
Aklıma yıllar önce hayata geçirdiğim, ilk sosyal sorumluluk projem geldi.
Bir gün evden otobüs durağına doğru yürüyorum. Liseliyim o zamanlar. Çöp konteynırını kurcalayan birini gördüm. Hırsla yapıyordu işini. Bir yandan da küfür ediyordu. Yaklaştım yanına,
“Kolay gelsin” dedim.
“Eyvallah abi” dedi.
Genelde insanlar çekinir bu işi yapan arkadaşlardan. Ben çekinmem. Çünkü daha önce münasebetim olmuştu. Bu karşılaşmadan bir yıl önce yazın bir aylığına Adana’daki akrabalarımın yanına gitmiştim. Adana’nın tam merkezinde bir park vardır, İnönü Parkı. Orada otobüs beklerken, “Katı Atık Toplayıcıları Derneği”nin eylemine katılmıştım. Katılırım. Çünkü adalet istiyorlar. Neyse, işte ilk kez orada tanımıştım bu arkadaşları.
“Memleket nere” bilmem ne, biraz sohbeti koyulaştırayım istedim.
“Sizin derneğiniz filan var mı?” dedim.
“Olmaz olur mu abi” dedi. “Dernek olmasa üç kuruş paraya alıyorlar bu topladıklarımızı. Dernek olunca mecbur standart fiyattan alıyorlar.”
Sohbet biraz koyulaşınca cebimden sigara çıkarıp uzattım. Sigaraları yaktık.
“Peki derneğe üye olmayanlar var mı?” dedim.
“Var tabi. Bazıları üye olamıyor. Onları buraya getirenler üye yaptırmıyor. Kendileri daha ucuza alıyor.”
“Nasıl yani? Bu iş için adam mı getiriliyor?”
“Ohoo daha neleri var abi” dedi gülerek. “Biz kendi hesabımıza çalışıyoruz, yine iyiyiz. Bazı namussuzlar aileleri borçlandırıp, çocuklarını çalıştırmak için buraya getiriyorlar. Adana’dan, Urfa’dan çok gelir böyle. Onları toplar getirirler, koyarlar10-15 tanesini bir eve. Sabahtan akşama kadar çalıştırırlar. Topladıklarını da ucuza alırlar, paraya da ailelerinin borçları karşılığı el koyarlar.”
Duyduklarıma baya şaşırmıştım. Bir bok varmış gibi övündüğümüz yirmi birinci yüzyılda, bildiğin insan ticareti yapılıyor. Hızlıca müdahale etmem gerekti. Yarın aynı saatte karşılaştığımız yerde olmasını tembihledim. Otobüse binip okula doğru yol aldım.
Akşam okul çıkışı koştur koştur mahalleye döndüm. Yakın arkadaşım var Sami. Her zamanki gibi parkta oturuyor. Gittim yanına,
“Çok önemli bir işimiz var” dedim.
“Ne oldu lan?” dedi.
Aklımdaki olayı anlattım. Bakkal Hacı’nın evinin altına istiflediği boş kolilere el koyup, toplayıcıya verecektik. Hem toplayıcıya faydamız olacaktı, hem de meymenetsiz Hacı’ya ders. Büyük iş. Acayip sosyal sorumlu bir davranış. Hemen planı çizdik. Akşam geç saatte, evlerden gizlice çıkıp, el koyma işini gerçekleştirecektik.
Oradan doğruca evlere dağıldık.

Evde akşam yemeği, dizi izleme, gelecek bölümün fragmanını izleme ve tabii ki gecenin “talk show”unu izleme fasılları sırasıyla bittikten sonra odama geçtim. Yatağıma uzandım ve Sami’den gelen işareti beklemeye başladım. Saat iki buçuğa geliyordu ki, Sami’nin ıslık sesini duydum. Kalktım hemen, sessizce kapıyı aralayıp aşağıya indim. Herkes uyuduktan sonra üzerimi değiştirip, yatağa öyle uzanmam zaman kazandırmıştı bana.
Bakkal Hacı bizim evin iki sokak arkasında dört katlı aile apartmanında oturuyordu. Temkinli bir şekilde eve doğru ilerledik. Önce sokağı kolaçan ettik gelen giden var mı diye. Sonra binanın dört tarafına baktık. Hiçbir ışık yanmıyordu. Operasyonun başlaması için hiçbir engel görünmüyordu. Sami’ye sessizce
“Başlıyoruz” dedim.
Daldık bahçe kapısından içeri. Binanın giriş kapısının önünden geçip, bahçenin, binanın arkasında kalan kısmına doğru ilerledik. Birinci katın balkonunun altına istiflenmiş, yatay olarak açılmış kolileri gördük. Gözlerimiz parladı. Yaklaştık, yavaş yavaş yüklenmeye başladık. Tam o sırada binanın kapısı açıldı. Kolileri atıp kaçmaya yeltendik ama meymenetsiz Hacı ve en az onun kadar meymenetsiz üç kardeşi kollarımızdan yakaladılar. Vuruyorlar deli gibi. Biraz ışık olsa yüzümüzü görseler, vurmayacaklar belki. Bir tanesi sırtıma sırtıma çalışıyor. Kardeşleri pazarcılık yapıyor bir de. Kasa kaldır- indir, bilekleri benim bacaklarım kadar kalın. İyice bir dövüp, kulak memesi kıvamına getirdiler bizi, ondan sonra yüzümüze bakmak akıllarına geldi. Beni görür görmez suratıma tükürdü.
“Ulan it dölü! Sen Mustafa’nın oğlu değil misin?” dedi. “Ulan şerefsiz! Benim malıma mı göz diktin? Ver lan babanın telefonunu!” dedi.

Konuşmama fırsat vermiyordu. Meymenetsiz Hacı’dan ya da polisten dayak yemektense, öz babamdan dayak yemeyi tercih ettim, verdim numarayı. Aradılar, geldi babam. Daha sorgusuz sualsiz bir posta dövdü beni, sonra eve götürdü.
Her ne kadar derdimi anlatıysam da, “sana mı kaldı lan?” deyip, üç gün boyunca dövdü. Üç günün sonunda görünme gözüme deyip bıraktı. Bir süre okuldan eve gelip odama kapandım. Yemeği bile odamda yedim.
Sami’nin durumu daha beter. Babası evden kovmuş. İki gün parkta yatmış. Sonra annesi yalvar yakar babasını ikna etmiş de, öyle eve dönmüş.
Yani mesele şu ki, dünya gerçekten adaletsiz bir yer. Birileri reklam olsun diye, salonlarda sosyal sorumluluklarını yerine getirsinler. Neyin sorumluluğuymuş hala çözemedim. Biz ise hayatın içinden, tam ortasından bir sorun için, bir şeyler yapmak isteyelim sonu dayak olsun.

İşte o dayak bana dünyayı değiştirme sorumluluğunu dayattı.

Ali Doğan Karacık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder