6 Mart 2014 Perşembe

Beyoğlu'nun pek güzel abisine bir temastır

Beyoğlu'nun Pek Güzel Abisine Bir Temastır

Bu yazının amacı edebi değerlendirme yapmak, şu akımla karşılaştırmak, bu yönteme karşı çıkmak değil. Tüm bunları yapmak belli bir birikim de gerektirir. Ancak “yazmak kimsenin tekelinde değil” der bir ağabeyimiz. Ben de, belki bir dost meclisinde kitap konusu açılsa, yapacağım eleştirileri yazıya dökmeye çalışacağım. Tamamıyla bir okur gözüyle.

Bir kitabın okuyucuları tarafından övülmesi nasıl “birikime” bakılmaksızın kabul ediliyorsa, bir başka okurun eleştirileri de öyle değerlendirilmeli.
En azından bu yazı bu düşünceyle ortaya çıktı.
  • Herkeste olur mu bilmem ama, ben bazı yazarların kitabını daha okumaya başlarken beğenirim. Nereden geldiği belirsiz referansları vardır bende. 
  • Ahmet Ümit için aynısını söyleyemem. Başkaları için az önce tariflediğim kategoriye girebilir, benim için öyle değil. 
  • Ama “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”ni oldukça yüksek beklentilerle okumaya başladım. Yazının sonucunu şimdiden söyleyeyim, hayal kırıklığı. 
Acımasız sayılabilecek eleştirilerden önce biraz kitaptan ve övgüyü hak eden yerlerden başlamakta fayda var. 
Kitap, Baş Komiser Nevzat ve ekibinin Tarlabaşı’nda işlenen cinayeti çözmeye çalışırken, başlarından geçen karmaşık olayları anlatan bir polisiye. Beyoğlu sokaklarında, özellikle Tarlabaşı’nda geçiyor. Zaman olarak 2014 yılbaşı seçilmiş.
Kitabı övmek için elimdeki tek malzeme muhteşem betimlemeler. Tarlabaşı’nın Rum mimarisi evlerinden iri yarı pezevenge, buz sarkıtlardan duvarı süsleyen, yavrularını emziren bir buldok fotoğrafına kadar.
  • Dudağını sarkıtan “esmer vatandaş”ı, lacivert ışıkta lilaya dönen gömleği ile canlandırmakta zorluk yaşamıyorsunuz. Kitapta sık sık tekrarlanan bir sözün sahibi Agah’ın tombul kırmızı yanaklı, küçük çeneli yuvarlak silueti karşınızda beliriyor. Ve onlarca örnek daha… 
Gel gelelim, kitap birbirinden çok farklı konuların bir araya getirilmesi ile oluşmuş ve bu haliyle oldukça sığ kalmış.
Kitap’ta 6–7 Eylül olaylarından, Ulucanlar katliamına, Tarlabaşı’ndaki ranttan, Haziran ayaklanmasına, çokça konuya girilmiş.
Bu düşüncelerimi paylaştığım bir dostum “Mahsun Kırmızıgül Sendromu” demişti.
Aslında saydığımız konuların tamamı birer roman olabilir. Hatta gerçek olaylardan kurgulanan romanlar çokta güzel olur. Müthiş bir kurgu ile Bahçelievler katliamını anlatan “Gecenin Kapıları” en iyi örneklerdendir. Bu tarz örnekler arttırılabilir.
  • Ama siz bir kitapta bu kadar çok konuya girerseniz, en basit eleştirim, konuların sığ kalması olur. Daha ağırı ise ve bende asıl çağrışımı yapan, piyasa mantığı. “Birçok konuya değineyim de kitap satsın.” Ahmet Ümit böyle düşünmüştür demiyorum, ama bende bıraktığı his budur. Kuşkusuz anlatılacak çok şey var, yaşananlar, yaşatılanlar, acı, mutluluk çokça bu topraklarda. Ama hepsini anlatmak için bu kadar kolay bir yol seçilebilir mi, bilmiyorum. 
  • Yaratılan karakterlerde, işlenen konular gibi, beş benzemezlerin bir araya gelmesi. 
Ama mekân Tarlabaşı olunca biraz normalleştirilebilir. 
Asıl itirazım ise bazı karakterlerin eğreti duruşu.
Mesela, biseksüel zengin adamın, yeni ve kendinden küçük eşi Jale Hanım. Gerçekliğini sorgulamayacağım. Mutlaka vardır böyle insanlar ve varlıkları benim için sıkıntı da değil. Ama bu kadar karmaşanın içine daha sağlam bir karakter yazılamaz mıydı?
“Esas polisin genç yardımcısı bıçkın olmak zorunda” diye bir kural mı var? Ortalık bu karakterlerden geçilmiyor. Burada da karşımıza çıkması, büyük hayal kırıklığı.
  • Nazlı’ya gelince. Örgütsüz ama duyarlı bir kadın. Kıvırmadan söyleyeyim bana bilinçli bir tercih gibi geldi. Örgütlü olmayan, gönüllü, aktivist. Pekâlâ olabilir. Örgütlülüğe dair göndermelere rastlamış olmak ise, kendi hüsn-ü kuruntum diyip geçiyorum. 
Kabadayıların hesaplaşması…
Birbirini arkasından vuranlar, önüne atılanlar…
Açıkçası klişe olmuş.
Tekrar tekrar söylüyorum,
gerçekliklerini eleştirmiyorum.
Mesele farklılık.
Belki de benim beklentimin fazla yüksek olması, bu kadar iredelememe sebep.
“Bazen böyle olur, hayat durduk yere bir ipucu sunar size.” Cinayet çözüldükten sonraki bölüm böyle başlıyor. Temel itirazım, hayat gerçekten böyle mi? Yazar pekâlâ bu benim kurgum diyebilir. Ama bu kadar tesadüf bana fazla geldi. Bir başkasına yerinde gelmiş olabilir. Dedim ya, bu, okur gözü ile bir eleştiri. Böyle bir son, “yeter artık kitabı bitireyim” fikri ile yazılmış gibi. Olaylar bu kadar karmaşıkken böyle bir son basit kalmış.
Velhasıl, beklentilerimi karşılamadı. Ancak keyifle okuduğumu da söylemek isterim. Tavsiye ederim. En azından İstanbul’un güzel bir resmini görmek isteyenlere… İyi okumalar…

Ali Doğan Karacık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder