3 Şubat 2014 Pazartesi

kaybedenler kulübü dedik

Marlon Cahit Uzungece
Kaybedenler Kulübü İçin Yazdı
I.
Kaybedenler Kulübü filmini(2010) yeni izledim. Geç kalınmış bir durum yok, zira sanat eserlerinin zamandilimsizliği söz konusudur... 
Bir Tolga Örnek filmi, Tolga Örnek sineması filan diyemeyeceğim, zira benim için Ömer Kavur sineması vardır, Kieslowski sineması vardır, Angelopoulos sineması vardır, Tarkovsky sineması vardır… Bu filmde güzel bir şey varsa önce hikâyenin orijinindedir, yönetmen açısından ise kuş taşa çarpmış olabilir. 
Bir de örneğin bir futbol sahasındaki enerjiye inanıyorum ama bir film ekibinin enerjisi… Nedir o yahu! Kitaplarla aramızda müthiş bir enerji var o yüzden sahafa insan girmiyor canına yandığım… Böyle bir şey mi?
Neyse, yönetmene laf sokma yazısı değil bu.
II.
Burjuva ahlakı pespayeliği, sabunköpüğü ve rüzgârgülü popüler kültür klişelerini filan kullanmadan da bir yazı yazılabilir bu film üzerine.

Kentli hayat tarzının (Burada olumsuz eleştirel yanı, bir anlam daralmasıyla öne çıkan burjuva kelimesini özellikle kullanmıyorum.) önce muzip, sonra asi, en son efkârlı gayri resmi serenomisi görünür film boyunca. 
“Bana akıl vermeyin,
Bana bir fikri dayatmayın,
Bana misyonlar yüklemeyin,
Bana kıyafetler biçmeyin,
Bana kendi hayat tarzınızı sokmaya çalışmayın, bir beden bunların hepsini ya da bir tanesini bile almaya müsait değil; başka kapıya diyeceğim ama mümkünse bu vaziyette hiçbir kapıya dayanmayın.” gibi şeyler dolanıp durdu filmi izlerken.
III.
Filmin güzel bir başka yanı neydi? Cep telefonu yavşaklığından uzak durmuş olmasıydı. Örneğin barda elektrikler gidince ahali cep telefonlarının ışığını değil de sigara ateşlerini yaktılar, zannederim ki bu bir mecburiyet değildi, yaklaşık 15 yıl önce de cep telefonları vardı muhtemelen. 
Bir de sevgili adayı ile 6.45’teki buluşmanın hangi iskelede olacağını bir güzel akışla çözdüler, yani kimse kimseden hemencecik cep telefonu veya sabit telefon numarası filan istemedi. 
Yahu en azından buna dikkat edilmiş, deyip devam ediyorum…
IV.
Buralarda bir söz var, genellikle evlilik aşamasında edilen bir laf; almazsan milletinden ölürsün illetinden, diye. Filmde şöyle çarpışır aşklar, aşklar diyorum çünkü Kaan’ın aşkıyla Zeynep Hanım’ın aşkı epeyce farklıydı birbirinden. Birinde bir efkârlı yayıncının diğerinde her bir şeyin gibi aşkın ve işin standart ötesi garantili bir geleceğinin olması gerektiğini dürten “adam gibi” bir mefhuma temas etmekten kendini alamayan bir nevi burjuva istikbalinin aşkı vardı. Hayır, saygı duymuyorum ama saygısızlık da etmiyorum (ne demekse), sadece bunu anlamak bile istemiyorum, empati sınırlarıma taciz atışı olmasın lütfen. 
  • Arif Kemal’in bir türküsü vardı (Nazım’dan); 
  • [dinleyiniz
  • o da bir işçi ben de bir işçi aynı sınıfın evladıyız biz, diye; 
  • yukarıdaki söz buraya telmihtir; 
  • yani Kaan’ın aşkı kendi idrak sınıfından bir kadınla olmadığı sürece, 
  • [dinleyiniz
  • bu aşka burada biter ve adamımız gider… 
  • Giden kadındı evet ama Murathan Mungan konuya ilişkin dizeyi zaten yazmıştı, 
  • giden değil kalandır aslında terk eden diye 
  • [dinleyiniz]… 
  • Ama canım, aşk bu gelir ve gider diyeceksiniz. Olabilir, tartışmayacağım şimdi bunu.
V.
Kaan ile Mete’nin diyaloglarında öyle bir cümle vardı ki, o cümle filmin sulusepken bir şeyden çok ötesine geçmesini adeta kendi başına sağlıyordu; ben ’80 sonrasını hatırlamıyorum, dediğinde Mete. Yeter! Daha ötesi Devrim Sinemacılığının işidir; onu da ayrı bir hürmetle zaten izlerim…
VI.
Satılmayan kitapların yayıncısının inadı ile tutulduğu bazı kitapları satmamak için hep bir ikili mücadelede olan sahafın çelişkisi yaman olabilir [dinleyiniz] ama ne güzeldir. Bu çelişkiye de tutkunuz, dedi Karga!
VII.
Filmin ilk bölümlerinde yapılan felsefe (yönetmen, müthiş aforizmalar filan diyor buna) biraz eğreti durmuş olsa da bir radyo programı akışında kullanılması zaruri hale gelen aparatlar oluyor onlar, derken aşkın ortaya çıkması diyalogları bir gerçeklik zeminine oturtuyordu. Gerçek demiyorum bakınız, gerçeklik diyorum, kurgu… Zira bir filmde -veya romanda…- gerçek umurumda bile olmaz, gerçeğe benzemesini istemediğim bir alandır neticede, kurgu güzeldir, gerçek yavan ve yalan ve bilmem ne…
  • Bir radyo programı kurgudur, 
  • bir şarkı kurgudur, 
  • şiir, 
  • öykü vesaire; 
  • tam da burada konuşmalar bu bakışla algılanmalı derim –öyle de oluyor filmin şehrinde- 
  • pencerede yurtta, atölyede, odada, taksi durağında… 
  • Sizinle yatmış mıydık, lafı lümpence, küstahça, yozlaşmış gibi gelebilir bazılarına göre ve tepkisel düzeyde rahatsız olunabilir… 
  • Geçelim bu ikiyüzlülükleri, 
  • değilse Çakal zaten iki taksiyle gelir ve kurgunun kahramanlarını güvenli bir şekilde alır tehlike bölgesinden; 
  • işte bu yüzden gerçek denen şeyden güzeldir gerçeklik; bakınız Ali İsmail Korkmaz’ı öldürüvermiştir o gerçek; 
  • ama gerçeklik, bir güzel kahramanının öylece öldürülmesine izin vermez…
Yalnızlık, seks (evet, kıvamının altında bir seviyede üstelik), keyfekeder işler, ve işte kaybetmek film boyunca temalar olarak geçer gider. Lakin bambaşka bir frekansta yayın yapan bir sevgiliye git demeden git demek, yukarıda bahsettiğim lezzeti yerleştiriyor filmin kalbine. Ne güzeldir…
VII.
Ertuğrul Özkök filmi de dâhil ederek, geçenlerde bir şeyler yazmıştı sevgili Nejat İşler’e istinaden ve ‘bazen’li diyalogları “Şekspiryen tirad” olarak nitelemiş. Bence yanlış tahlil! Aslında konuşmaları bir şeye benzetmeye gerek yok, benzetmesiz de gayet güzeller; ama ille de bir sanat eseriyle eşlemek gerekirse bir düzeye hürmeten, Samuel Beckett derdim,  Şekspiryenden öteye geçip Godot’yu Beklerken, diye eklerdim…
Estragon- Artık hiçbir hakkımız yok mu?
Vladimir- Yasak olmasa gülerdim bu sözüne.
Estragon- Haklarımızı kaybettik ha!
Vladimir- Haklarımızdan kurtulduk…

Böyle…
Bir de -haksızlık yapmayayım- Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ndeki “Bazan” bölümü de (sayfa 443) saygıya değerdir.
VIII.
Bar fedaileri(!) vardır, şöyle; bara gelirler ve hemen bir kıza asılırlar ve oradan bir ekmek çıkarma derdinde olurlar. Yılışıklıklar filan… Konuya ilişkin sekans filmde pek tatmin edici durmuştu, her kuşun eti yenmez, aslında o taktiklerle bu manada hiçbir kuşun etini yiyemezsiniz… Yenmesin de… Ama yeniyorsa da lanet olsun o kuşa ki sade bir kuştur o, Karga filan değildir.
IX.
Filmi izlediniz, izlersiniz, ama filmin kitabında [6.45] Nejat İşler’in, Ahu Türkpençe’nin, Yiğit Özşener’in, Rıza Kocaoğlu, İdil Fırat, Serra Yılmaz, Erol Egemen, Mete Avunduk, Şenol Erdoğan, Kaan Çaydamlı’nın… mülakatlarını da okuyabilirsiniz. 
Tolga Örnek mülakatını okumasanız da olur, anlayamadığım bir enerjiden bahsediyor orada… 
Bir de pek fiks mönü bir sahnede ağlamış, Kaan ile Zeynep’in ayrılık sahnesinde… 
  • Oysa şahsen benim gözlerim 
  • Çakal’ın radyo önüne iki taksi ile geldiği sahnede dolduydu. 
  • Hayır, ağlamadım; 
  • Kargalar ağlamaz!
Bir de biri yönetmene anlatmalıydı filmlerdeki hayatların, anların herkese her kesime bir şey ifade etmek zorunda olmadığını (mülakattan)… Değilse bir Mahzun Kırmızıgül sendromu çıkar ortaya...
X.
Filmin her şeyini yazacak değilim ya…
Kitabı da güzel.
6LTI : KI4KBE5 >YAYIN
2011 çArşı
268 Sayfa
XI.
Son olarak;
Yıllar sonra da yanıtı aranan bir soruya istinaden,
“Kim ulan bu Erol Egemen?” sorusuna…
Açıklıyorum,
Benim bre,
Marlon Cahit Uzungece, gerçeklikten gelen adam…

3 yorum:

  1. yazı tümüyle teferruat. 'anlatı'mın temposu veya ritmi diyelim, 'sinema'nın taşıyabileceği birşey değildi, değil.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Konuya ilişkin bir şeyler yazmak isterseniz sayfada paylaşırız. Teşekkürler.

      Sil