Kaybedenler Kulübü
İçin Yazdı
I.
Kaybedenler Kulübü filmini(2010)
yeni izledim. Geç kalınmış bir durum yok, zira sanat eserlerinin
zamandilimsizliği söz konusudur...
Bir Tolga Örnek filmi, Tolga
Örnek sineması filan diyemeyeceğim, zira benim için Ömer Kavur sineması vardır,
Kieslowski sineması vardır, Angelopoulos sineması vardır, Tarkovsky sineması
vardır… Bu filmde güzel bir şey varsa önce hikâyenin orijinindedir, yönetmen
açısından ise kuş taşa çarpmış olabilir.
Bir de örneğin bir futbol
sahasındaki enerjiye inanıyorum ama bir film ekibinin enerjisi… Nedir o yahu! Kitaplarla
aramızda müthiş bir enerji var o yüzden sahafa insan girmiyor canına yandığım…
Böyle bir şey mi?
Neyse, yönetmene laf sokma
yazısı değil bu.
II.
Burjuva ahlakı pespayeliği,
sabunköpüğü ve rüzgârgülü popüler kültür klişelerini filan kullanmadan da
bir yazı yazılabilir bu film üzerine.
Kentli hayat tarzının (Burada olumsuz eleştirel yanı, bir anlam
daralmasıyla öne çıkan burjuva kelimesini özellikle kullanmıyorum.) önce
muzip, sonra asi, en son efkârlı gayri resmi serenomisi görünür film boyunca.
“Bana akıl vermeyin,
Bana bir fikri dayatmayın,
Bana misyonlar yüklemeyin,
Bana kıyafetler biçmeyin,
Bana kendi hayat tarzınızı
sokmaya çalışmayın, bir beden bunların hepsini ya da bir tanesini bile almaya
müsait değil; başka kapıya diyeceğim ama mümkünse bu vaziyette hiçbir kapıya
dayanmayın.” gibi şeyler dolanıp durdu filmi izlerken.
III.
Filmin güzel bir başka yanı
neydi? Cep telefonu yavşaklığından uzak durmuş olmasıydı. Örneğin barda
elektrikler gidince ahali cep telefonlarının ışığını değil de sigara ateşlerini
yaktılar, zannederim ki bu bir mecburiyet değildi, yaklaşık 15 yıl önce de cep
telefonları vardı muhtemelen.
Bir de sevgili adayı ile 6.45’teki buluşmanın
hangi iskelede olacağını bir güzel akışla çözdüler, yani kimse kimseden
hemencecik cep telefonu veya sabit telefon numarası filan istemedi.
Yahu en
azından buna dikkat edilmiş, deyip devam ediyorum…
IV.
Buralarda bir söz var,
genellikle evlilik aşamasında edilen bir laf; almazsan milletinden ölürsün illetinden, diye. Filmde şöyle çarpışır aşklar, aşklar diyorum
çünkü Kaan’ın aşkıyla Zeynep Hanım’ın aşkı epeyce farklıydı birbirinden. Birinde
bir efkârlı yayıncının diğerinde her bir şeyin gibi aşkın ve işin standart ötesi garantili bir
geleceğinin olması gerektiğini dürten “adam gibi” bir mefhuma temas etmekten
kendini alamayan bir nevi burjuva istikbalinin aşkı vardı. Hayır, saygı
duymuyorum ama saygısızlık da etmiyorum (ne
demekse), sadece bunu anlamak bile
istemiyorum, empati sınırlarıma taciz atışı olmasın lütfen.
- Arif Kemal’in bir türküsü vardı (Nazım’dan);
- [dinleyiniz]
- o da bir işçi ben de bir işçi aynı sınıfın evladıyız biz, diye;
- yukarıdaki söz buraya telmihtir;
- yani Kaan’ın aşkı kendi idrak sınıfından bir kadınla olmadığı sürece,
- [dinleyiniz]
- bu aşka burada biter ve adamımız gider…
- Giden kadındı evet ama Murathan Mungan konuya ilişkin dizeyi zaten yazmıştı,
- giden değil kalandır aslında terk eden diye
- [dinleyiniz]…
- Ama canım, aşk bu gelir ve gider diyeceksiniz. Olabilir, tartışmayacağım şimdi bunu.
V.
Kaan ile Mete’nin diyaloglarında
öyle bir cümle vardı ki, o cümle filmin sulusepken bir şeyden çok ötesine
geçmesini adeta kendi başına sağlıyordu; ben ’80 sonrasını hatırlamıyorum, dediğinde Mete. Yeter! Daha ötesi Devrim Sinemacılığının
işidir; onu da ayrı bir hürmetle zaten izlerim…
VI.
Satılmayan kitapların
yayıncısının inadı ile tutulduğu bazı kitapları satmamak için hep bir ikili
mücadelede olan sahafın çelişkisi yaman olabilir [dinleyiniz] ama ne güzeldir.
Bu çelişkiye de tutkunuz, dedi Karga!
VII.
Filmin ilk bölümlerinde yapılan felsefe (yönetmen, müthiş aforizmalar
filan diyor buna) biraz eğreti durmuş olsa da bir radyo programı akışında
kullanılması zaruri hale gelen aparatlar oluyor onlar, derken aşkın ortaya
çıkması diyalogları bir gerçeklik zeminine oturtuyordu. Gerçek demiyorum
bakınız, gerçeklik diyorum, kurgu… Zira bir filmde -veya romanda…- gerçek
umurumda bile olmaz, gerçeğe benzemesini istemediğim bir alandır neticede,
kurgu güzeldir, gerçek yavan ve yalan ve bilmem ne…
- Bir radyo programı kurgudur,
- bir şarkı kurgudur,
- şiir,
- öykü vesaire;
- tam da burada konuşmalar bu bakışla algılanmalı derim –öyle de oluyor filmin şehrinde-
- pencerede yurtta, atölyede, odada, taksi durağında…
- Sizinle yatmış mıydık, lafı lümpence, küstahça, yozlaşmış gibi gelebilir bazılarına göre ve tepkisel düzeyde rahatsız olunabilir…
- Geçelim bu ikiyüzlülükleri,
- değilse Çakal zaten iki taksiyle gelir ve kurgunun kahramanlarını güvenli bir şekilde alır tehlike bölgesinden;
- işte bu yüzden gerçek denen şeyden güzeldir gerçeklik; bakınız Ali İsmail Korkmaz’ı öldürüvermiştir o gerçek;
- ama gerçeklik, bir güzel kahramanının öylece öldürülmesine izin vermez…
Yalnızlık, seks (evet, kıvamının altında bir seviyede
üstelik), keyfekeder işler, ve işte kaybetmek film boyunca temalar olarak geçer
gider. Lakin bambaşka bir frekansta yayın yapan bir sevgiliye git demeden git
demek, yukarıda bahsettiğim lezzeti yerleştiriyor filmin kalbine. Ne güzeldir…
VII.
Ertuğrul Özkök filmi de dâhil ederek, geçenlerde bir şeyler
yazmıştı sevgili Nejat İşler’e istinaden ve ‘bazen’li diyalogları “Şekspiryen
tirad” olarak nitelemiş. Bence yanlış tahlil! Aslında konuşmaları bir şeye
benzetmeye gerek yok, benzetmesiz de gayet güzeller; ama ille de bir sanat
eseriyle eşlemek gerekirse bir düzeye hürmeten, Samuel Beckett derdim, Şekspiryenden öteye geçip Godot’yu Beklerken,
diye eklerdim…
Estragon- Artık hiçbir hakkımız yok mu?
Vladimir- Yasak olmasa gülerdim bu sözüne.
Estragon- Haklarımızı kaybettik ha!
Vladimir- Haklarımızdan kurtulduk…
Böyle…
Bir de -haksızlık yapmayayım-
Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ndeki “Bazan”
bölümü de (sayfa 443) saygıya değerdir.
VIII.
Bar fedaileri(!) vardır, şöyle;
bara gelirler ve hemen bir kıza asılırlar ve oradan bir ekmek çıkarma derdinde
olurlar. Yılışıklıklar filan… Konuya ilişkin sekans filmde pek tatmin edici
durmuştu, her kuşun eti yenmez, aslında o taktiklerle bu manada hiçbir kuşun
etini yiyemezsiniz… Yenmesin de… Ama yeniyorsa da lanet olsun o kuşa ki sade bir kuştur o, Karga filan değildir.
IX.
Filmi izlediniz, izlersiniz, ama filmin
kitabında [6.45] Nejat İşler’in, Ahu Türkpençe’nin, Yiğit Özşener’in, Rıza
Kocaoğlu, İdil Fırat, Serra Yılmaz, Erol Egemen, Mete Avunduk, Şenol Erdoğan, Kaan
Çaydamlı’nın… mülakatlarını da okuyabilirsiniz. Tolga Örnek mülakatını okumasanız da olur, anlayamadığım bir enerjiden bahsediyor orada…
Bir de pek fiks mönü bir sahnede ağlamış, Kaan ile Zeynep’in ayrılık sahnesinde…
- Oysa şahsen benim gözlerim
- Çakal’ın radyo önüne iki taksi ile geldiği sahnede dolduydu.
- Hayır, ağlamadım;
- Kargalar ağlamaz!
Bir de biri yönetmene anlatmalıydı
filmlerdeki hayatların, anların herkese her kesime bir şey ifade etmek zorunda
olmadığını (mülakattan)… Değilse bir Mahzun Kırmızıgül sendromu çıkar ortaya...
X.
Filmin her şeyini yazacak değilim
ya…
Kitabı da güzel.
6LTI : KI4KBE5 >YAYIN
2011 çArşı
268 Sayfa
XI.
Son olarak;
Yıllar sonra da yanıtı aranan bir
soruya istinaden,
“Kim ulan bu Erol Egemen?”
sorusuna…
Açıklıyorum,
Benim bre,
Marlon Cahit Uzungece,
gerçeklikten gelen adam…
Heeğğ
YanıtlaSilyazı tümüyle teferruat. 'anlatı'mın temposu veya ritmi diyelim, 'sinema'nın taşıyabileceği birşey değildi, değil.
YanıtlaSilKonuya ilişkin bir şeyler yazmak isterseniz sayfada paylaşırız. Teşekkürler.
Sil