30 Aralık 2014 Salı

Bronte Kardeşler

ve
EMILY BRONTE

Beş kız kardeştiler, birde ağabeyleri vardı. Anneleri son çocuğunu dünyaya getirirken ölmüş, çocuklar halalarının eline kalmışlardı. Babaları kasabanın papazıydı, az konuşur, yüzü gülmez, şaka nedir bilmez bir adamdı. Çocuklarının eğitimini, öğretimini kız kardeşine bıraktı. Hala onları her gün karşısına alır, İncil’den sayfalar okur, kıssadan hisse çıkarılacak hikayeler anlatır, ahlaki dersler verirdi. Rahip Bronte de onları haftada bir gün imtihandan geçirirdi. İmtihan günü aralarında geçen konuşmayı şöyle özetleyebiliriz:

  • “Senin gibi bir çocuğun en çok neye ihtiyacı vardır, Anne?” Mavi gözlü küçük bir allame olan dört yaşındaki Anne Bronte.
  • Bu sefer öbür kızına döndü:
  • “Söyle bakayım, Emily, ağabeyin yaramazlık ettiği vakit ne yapayım?
  • Beş yaşındaki Emily’cik hiç düşünmedi.
  •  “Kendisiyle mantık dairesinde konuşursunuz, mantıktan anlamazsa kırbaçlarsınız.”
  • Sıra sekiz yaşındaki ablaya gelmişti.
  • “Dünyanın en iyi kitabı nedir, Charlotte, kızım?”
  • “İncil… birde tabiat, baba.
  • On yaşındaki büyük abla Maria da sırasını bekliyordu. Babası en sonunda ona döndü:
  •  “Şimdi sen söyle, kızım. İnsan vaktini en iyi nasıl geçirebilir?
  • Maria da dersini çok iyi biliyordu.
  •  “Bence bir insan vaktini öbür dünyaya hazırlanmakla geçirmelidir, efendim.”
Papaz evinin kasvetli odalarında, dört duvar arasında büyüyen çocuklar bu çok küçük yaşlarında yaşlı insanların ağırbaşlı hayatı içinde yaşıyorlar, onlar gibi kederle, elemle yoğruluyorlardı. Bir eleştirmecinin dediği gibi, “daha parmaklarını emmeleri beklenecek bir yaşta onlara ölüm üzerine, öbür dünya üzerine konuşmaları öğretilmişti.” Gerçektende evleri kilisenin yanındaydı, pencereden bakınca mezarlığı, birer ölüm heyulası gibi yükselen kapkara ağaçları görüyorlar, karaltılar arasından her an Azrail’in, Şeytan’ın çıkıvereceğini düşünüyorlardı.

Kızların ikisi –Maria ile Elizabeth- küçük yaşta öldüler. Bu karanlık, kapanık hayat içinde meydanı boş bulan “ince hastalık” onları pek yakın olan mezarlığın yoluna erkenden sürüklemişti, ötekileri de 30’la 40 yaşları arasında aynı yere götürecekti. (Geri kalan kızlardan en küçüğü Anne (en) 29, ortancası Emily (emili) 30, en büyükleri Charlotte (şarlıt) da 39 yaşında ölmüştür.)

  • Edebiyat dünyasında Bronte Kardeşler olarak ad bırakan üç kız kardeş büyüdüler, 
  • hayatlarının çerçevesi hemen hemen hiç değişmedi. 
  • Okula gitmişler, İncil’in, din kitaplarının sınırını aşıp felsefe, tarih kitaplarına, şiire, romana doğru yönelmişti. 
  • Çevrelerini kısırlığını kapatmak ister gibi, hayal güçleri fazlasıyla işliyor, şiirler yazıyorlar, romanlar tasarlıyorlardı. 
  • İç dünyalarını hayalle doldurmak, 
  • bunları kâğıt üzerine aktararak yeni dünyalar yaratmak ihtiyacı onların
  •  İngiliz edebiyatının,
  •  hatta dünya edebiyatının temel taşlarından sayılacak eserler yaratmalarına imkân verdi.
Üç romancı kız kardeşin ortancası olan Emily Bronte, Kuzey İngiltere’de Thornton’da 20 Ağustos 1818’de doğdu, sonra balarının yeni görev yeri olan Haworth’a geldiler, orda büyüdü. Öteki kardeşleri gibi o da halasının eteği dibinde büyüdükten sonra, kendisinden iki yaş büyük olan ablası Charlotte’ın kanatları altına sığındı. Charlotte şimdi onlara annelik ediyor, okumalarıyla, iyi yetişmeleriyle ilgileniyordu. Üçü de ilk kalem denemeleri olarak şiir yazmaya başladıkları vakit de gene Charlotte önayak oldu, her üçünün şiirlerini bir kitap halinde bastırdı. 

  • Yalnız,
  • o devirde, 
  • o çevrede gerçek kişilikleriyle 
  • yazı hayatına atılmaktan çekinmişlerdi. 
  • Onun için, üç kız kardeşin 
  • bu ortaklama şiir kitapları 
  • Currer, Ellis ve Acton Bell adı altında çıktı. 
  • Yıl 1848’ti, 
  • Charlotte 29, 
  • Emily 27, 
  • Anne de 25 yaşındaydılar.
İki yıl sonra, 1847’de, her üçü birer roman yayımladılar. 
Gene, sırayla, Currer Bell, Ellis Bell, Acton Bell takma adlarıyla çıkan bu üç romandan 
Jane Eyre’i Carlotte, 
Wuthering Heights (Uğultulu Tepeler)i
 Emily, Agnes Grey’i de Anne yazmıştır.

Üç kız kardeşin hayatları gibi sanatları arasında da büyük bir benzerlik vardır; yalnız, bu alanda Charlotte’la Emily daha büyük bir kabiliyet göstermişler, Anne’in eserleri biraz sönük kalmıştır. 
Charlotte’la Emily kendi aralarında ölçülecek olursa iki kız kardeş aynı değerde olmakla birlikte konuyu işleyişleri bakımından değişiklik gösterirler: Charlotte sanki bir Külkedisi masalının çeşitlemelerini yazar; romanın baş kahramanı kendisine çok benzer, olaylar pek olmayacak şeyler gibi görünürse de bu esas kahramanı kuşatan çevrenin gerçekçi bir görüşle işlenmesi okuru bu kişinin karakterine inandırır.

24 Aralık 2014 Çarşamba

sessiz dost 
unutma dedi ilkyaz gecesi ilkyaz sabahına
güneş karışıyor ayışığının çekildiği sulara unutma
sabit kalır tahtaya konulan taş oynatılmaz
yaşamda yapılan büyük yanlışlar gibi.
tüm taşların değeri aynıdır doğadaki tüm varlıklar gibi
go karelerinin içinde değil kesişim noktaları üzerinde oynanır

kim bulabilir geçmiş zamandan daha büyük bir ülke
bir şairden daha sesiz bir dost
dostluğun şiirinden daha uzun bir dere

“Hakan Savlı”
Go Dersleri’nden

10 Aralık 2014 Çarşamba

Kitaplar Kargalar Çantalar

Sakalar,baştankaralar,ispinozlar,alakargalar.
Koruda bunlardan başka kuş kalmamıştı artık. 
Ve bir de kargalar. Nashe’e göre en iyisi kargalardı. 
Arada bir o tuhaf, cırtlak sesleriyle haykırarak sürü halinde çayırın üzerinden geçiyorlardı, 
Nashe de onları seyretmek için elindeki işi bırakıyordu. 
Kargaların böyle birden bire kaybolmalarını, hiçbir nedeni yokmuşçasına gelip gitmelerini seviyordu.

(PAUL AUSTER/ŞANS MÜZİĞİ (Sy 210))

Nashe anlamsız bir anın yalnızlığında bir duvar örmek zorunda bırakılmıştı. 
Kim tarafından? 
Şans mı? 
Tanrı mı? 
Rastlantı mı? 
Hiç umursamadı. 
Güneş batarken ya da doğarken çıkan bir duvarın üstünden geçen kargalar insanların ördükleri duvarlara gülüyorlardı. 
Kitaptan bağımsız; cama tıklayan kargalarla çocuklarını korkutanlara ne demeli. 
Postacı kapıyı iki kere çalınca ağzımızın suları akıyor ama kapıyı çalan karga olunca ürküyoruz. 
Aç karganın neyi çalacağı belli olmaz. 
Tok karınla çalan tek canlı insanoğlu olsa gerek. 
Çantalar göbeklere göre büyümekteler, her kuşun etini yemeye iştahlı ruhlarda.

Osmanlıcası: Babeyibarbürleyi haphup!

M.Bülent Bingöl

30 Kasım 2014 Pazar

kitch ve biz

Şu KITCH kelimesiyle yakın zamanda tanıştım.
Almanca bir terim ve KİÇ diye okunuyormuş, aslında kalın sıradan bir ünlüyle okunması da kelimenin Türkçedeki mecazi karşılığını tam verirmiş.
Özünde bir beğenme var kitch’in, bu yüzden insanlar kavrama öznel yaklaşabilir, gönül kimi severse güzel odur diyebilir. Tabi ki ben fikrimi izafiyetin giremeyeceği bir alanda söyleyeceğim; “o kadar da değil” şeklinde bir itirazı kabaca tarif edebilirim bu noktada; örneğin Recep İvedik’e “bir sinema eseridir” dendiğinde “o kadar da değil” diyebilirim, aynı durum için “hadi oradan” da kullanılabilir.
Nedir kitch?
Örneğin şöyle diyebiliriz; bir sanat formunun en kötü veya en inceliksiz ya da en lezzetsiz örneği bir kitch olarak tarif edilebilir. Sadece sanat için kullanmak zorunda değiliz bu kavramı, sporda da karşımıza çıkıyor bu “şey”, inşaatta da bakın işte egemen siyasette de muhalif olanda da; cumhurun en seçilmiş reisine bakın nerdeyse tüm açıklamaları bu kavramın hazin birer örneği olarak karşımıza dikiliyor. En tepedeki öyle olunca varın gerideki safları siz düşünün. Ve bakınız, Ak-Saray kitchliğin adeta mabetidir.
Bir sanat eserinin(!) kitch olduğunu iddia ettikten sonra onun neden bu kategoriye dâhil olduğunu da izah etmek gerekir, çoğu zaman bu izah zor olsa da. Örneğin Livaneli’nin Son Ada’sı romancılığımız içinde bir kitch’tir; çünkü kurgusu kötüdür, çünkü kaba bir siyaset içermektedir, çünkü karakterleri olgun değildir, çünkü zamana ve mekâna zoraki bir mesajla oturmak isteyen bir hali vardır, çünkü okuyucusunu salak yerine koymuştur, çünkü temposu bir roman için fazla hızlıdır, fabl için daha makuldür… diyebilirim.
TV’lerdeki tüm yerli diziler ama eksiksiz olarak tümü kendi alanlarına bariz birer kitch’tir. Acun Ilıcalı’nın kendisi başta olmak üzere yaptığı her program bu kavramın doğrudan muhatabıdır.
Futbolumuz bir kitch abidesi olarak duruyor. Örneğin 5 Ocak Stadyumuna bir de Fatih Terim ismini eklemek kitchliğin en perişan halidir ki ötesi kanımca yoktur. Evet, muhterem de bir kitch olarak görünüyor şimdi gözüme.
İşin düşünenleri bu kitch denen şeyin aldatıcı bir doğası olduğunu da söylerler ve tanımlama aşamasında kavramın sorun çıkardığını vurgularlar; tipik bir kitch işte! Zaten ben de burada gördüğüm kadarıyla yazıyorum.
Kitch bir noksanlıktır ve örtbas edilmekten çok izah edilmelidir.
Futbol demiştik. Örneğin bizim transfer politikamız da net bir kitch örneğidir. Belki bu karşılaştırmayla kavram biraz daha iyi izah edilmiş oldu.
Sadece kendimiz için konuşup haksızlık etmeyeyim; bu âlemin kabının kendisi öyle içi neden farklı olsun ki?
Ayranı yok içmeye atla gider s.çmaya misali transferler yapıp da sonra bunun ceremesini kulüp olarak yok olmaya noktasına gelerek çekmek de kitchtir.
Ayrıca Osmanlısipor’un bizatihi kendisi öyle bir “şey”dir. Bakın yanı başımızdaki takım da fena bir kitch örneğidir; sataşmak için değil izah etmek için yazıyorum; solcudur ama Akp bakanını en üst düzeyde karşılar ve siyasetim yok der ve hep belediyenin bahçesinde oynar; devrimcidir söz üzerinde ve fakat emeksiz yemek peşindedir, halkın takımı olduğunu söyler ama hak yemekten imtina etmez, ilericidir ama çoğunlukçuluğu elinden hiç bırakmaz falan filan… Öyle, SabancıBelediyeSpor; kitch.
Bazı şeyler görecelidir, güzellik bakanın gözündedir gibi laflar da kitchtir ki gerçek böyle yuvarlak lafları sevmez.
Bu, sevip sevmeme meselesi de değildir, Yeşilçam filmlerini sevmem onların çoğunun birer kitch olduğu gerçeğini değiştirmez. Zira kitch, bakanın gözünde değildir, der Çiko.
Neticede kitch dediğimiz şey hayatı yok etmez ama zindan eder, asıl tehlike de kitch olanın egemen olması, nitelik sahibi olanın da kitch olarak değerlendirilmesidir. Bunun için şu hikâyeyi hatırlatmam tam yerinde olur:
Köyün birinde bir kuyu varmış ahalinin pek de haberdar olamadığı. Günlerden bir gün köylünün teki bu gizli-gizemli kuyudan su içer. O günden sonra adamımızın davranışları, konuşması, düşünceleri, huyu suyu değişir. Bu değişik hali, kendinden artık bir hayli farklı olan bu adamın vaziyetine tanık olan köylü, ona diyecek bir şey bulamaz ve onu köyün delisi ilan eder.
Gel zaman git zaman o muamma kuyudan bir kişi daha su içer. Köyde eder mi iki deli… Efendim, lafı uzatmayalım gün gelir köyün yarısı o kuyudan su içmiş olur. Hadi bakalım verin cevabı: Hangi yarı köyün delileri hanesine yazılacaktır; kimler akıllıdır, kimler değildir?
Ve derken mevzuu bahis kuyudan su içmeyen bir tek kişi kalır, o da köyün delisi ilan edilir…
Kitch fena bir şeydir ama tanık olduğumuz ve yaşadığımız gibi işte bakın, onun şimdi her yerde egemen olması cehennem azabıdır, hatta siyaseten hâkimiyetin çarptığı noktalarda da sonuçları itibariyle ölümcüldür; ki çalışma bakanlığı ve enerji bakanlığı ve bu bakanlıkların bakanları kitch'in adeta tecessüm etmiş halidir.

29 Kasım 2014 Cumartesi

Polisiyede 20 kural


Her polisiye yazarının haysiyeten uyması gereken 20 kural:

1. Okur, gizemi çözmekte detektif ile eşit şartlara sahip olmalıdır. Her ipucu açıkça belirtilmeli ve açıklanmalıdır.
2. Suçlunun, detektifi yanıltmaya yönelik çabaları hariç, yazar okuru yanıltmaya çalışmamalıdır.
3. Romanın konusu aşk olmamalıdır. Sorun, âşık bir çifti nikâh memuru karşısına çıkarmak değil; suçluyu hâkim karşısına çıkarmaktır.
4. Detektifin kendisi veya resmi soruşturma görevlilerinden herhangi biri, suçlu çıkmamalıdır.
5. Suçlu mantıksal yöntemlerle tespit edilmeli, sehven, şans eseri veya kendiliğinden itiraf sonucu ortaya çıkmamalıdır.
6. Bir detektif romanında bir detektif bulunmalıdır. Görevi, ipuçlarını toplamak ve ilk bölümdeki naneyi yiyen o suçluya ulaşmaktır.
7. Detektif romanında bir ceset olması şarttır ve ceset ne kadar ölü ise o kadar iyidir.
8. Suçun çözümlenmesi tamamen nesnel yöntemlere dayalı olmalıdır. Düşünce okuma, ruh çağırma seansları, cam küreler vb. gerçeküstü yöntemler tabudur.
9. Bir -ve sadece bir- detektif olmalıdır.
10. Suçlu, öykünün bir bölümünde yer almış bir kişi çıkmalıdır; yani okurun daha önce tanıdığı, ilgisine mazhar olabilecek bir kişi olmalıdır.
11. Katil uşak olmamalıdır! Normalde kendisinden suç işlemesi beklenmeyecek biri çıkmalıdır ki, okurun zahmetine değsin.
12. Bir -ve sadece bir- katil olmalıdır, kaç cinayet işlenmiş olursa olsun. Suçluya ufak tefek yardımı dokunanların olması doğaldır; ama nihayetinde tüm günah tek bir kişinin omuzlarına binmelidir. Okurun öfkesi sadece bir kişiye yönlenebilmelidir.
13. Gizli teşkilatların, mafya vb. suç örgütlerinin, detektif romanında yeri olamaz. Katile sportmence bir müdafaa şansı verilmesi gerekir; ancak arkasına bütün bir teşkilatı alması kabul edilemez. Hiçbir üst-sınıf, kendine saygısı olan katil bu tür bir avansı kabul etmeyecektir.
14. Cinayetin işleniş şekli ve sorgulanma yöntemi, rasyonel ve bilimsel olmalıdır.
15. Gizemin çözümü her zaman açık olmalıdır. Okur, çözümü okuduğunda, romana baştan bir göz attığı takdirde, çözümün aslında orada yatmakta olduğu, bütün ipuçlarının gerçek suçluya işaret ettiği konusunda ikna olmalıdır; detektif kadar kurnaz ise son bölümü okumadan suçluyu tahmin edebilmelidir.
16. Detektif romanı uzun uzadıya tasvirler, yan-konulara odaklanan edebi kısımlar, özenle işlenmiş kişilik analizleri, keza herhangi bir "atmosfer" kaygısı içermemelidir. Bu tür pasajların suç ve detektiflik kurgusuna bir katkısı yoktur. Kurguyu, asli konu ile ilgisiz taraflara çekecek şekilde bölerler. Asli konu bir gizemin ortaya konması, incelenmesi ve başarılı bir şekilde çözüme kavuşturulmasından ibaret olmalıdır. Diğer yandan elbette, öyküye gerçekçilik kazandırmak için yeter derecede açıklama, karakter tasviri yapılması gerekecektir.
17. Bir detektif romanında katil, profesyonel bir suçlu çıkmamalıdır. Hırsız ve haydutların işledikleri suçlar, polis teşkilatının alanına girer; zeki amatör detektiflerimizin değil. En cazip katil bir kilise rahibi veya hayırsever bir bakiredir!
18. Detektif romanında suç sanılan eylemin intihar veya kaza olduğunun anlaşılması kabul edilemez bir durumdur. Bunca zahmetin sonucu böyle bir sonucun çıkması, okurun güvenini zedeler ve kalbini kırar.
19. Detektif romanlarındaki bütün suçların sebebi kişisel olmalıdır. Bir cinayet öyküsü okurun gündelik deneyimlerine yakınlık taşımalı, bastırılmış hislerine hitap edebilmelidir.
20. Nihayet, kendine saygısı olan hiçbir detektif romanı yazarının artık yararlanmak istemeyeceği birkaç yöntemi burada sıralıyorum:

Suçluyu cinayet yerinde bırakılmış bir sigara izmaritinin cinsi yardımıyla tespit etmek. 
Suçluyu itirafa zorlayacak, uydurma bir ruh çağırma seansı. 
Düzmece parmak izleri. 
Zeka geriliği olan tanık. 
Havlamayarak, katilin tanıdık olduğunu ele veren köpek. 
Suçlunun, suçlu gibi gözüken ancak masum olan birinin ikizi veya ona çok benzeyen biri çıkması. 
Detektif tarafından çözülen şifreli bir metin.

Kısaltılmış bir alıntıdır!

26 Kasım 2014 Çarşamba

Silahlanmanın Halleri


Her şey en eski zamanlarda insanın avlanmak ve kendini korumak için ilkel bir silah icat etmesiyle başladı.
Neden korunmak istiyordu insan? 
Mistik güçlerden mi? 
Doğa olaylarından mı? 
Yoksa hemcinslerinden mi? 
Elbette hemcinslerinden… 
Çünkü doğal halde insan vahşidir. 
-Boşuna dememiş Hobbes insan insanın kurdudur diye.-
Zamanla evrilen insan zekâsı ile silahlarda gelişmiş ve çeşitlilik göstermiş. Tabi bu öngörüden bihaber zekâlar idrak edememiş olmalı gelecek nesillerin hayatlarında nasıl etkili olacaklarını. 
Lakin çok sonra anlayanlar da vardır ki biri de meşhur AK – 47/74’ ün mucidi olan Mikail Kalaşnikov’dur. 
Pişmanlığını ‘insanlara yararlı olacak, çiftçilerin kullanabilecekleri bir makineyi icat etmiş olmayı yeğlerdim, bir çim biçme makinesi örneğin.’ Şeklinde ifade etmiş. Geçti Bor'un pazarı Mikail Efendi… 
Affedilmeyi mi beklersin? 
Vicdanınla başın dertte mi?
Bir yandan pişmanlıklarını dile getirenler. Silahsızlanma yolunda çaba gösterenler... Diğer yandan ulusların silah gücü bakımından birbirinden üstün olmak için girdikleri çaba, sanayileşen silah üretimi, silahlanma politikaları yetmezmiş gibi bireysel silahlanma hadisesi… 
Netice de tetiğe basılmadan önce son nefesini veren milyonlarca insan. 
Ee, bu mudur yani insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahip olan silahın meziyetleri! 
Suçlu kim? 
Silahı icat eden zihinler mi? 
Onu tutan eller mi? 
Yoksa silahın kendisi mi?

Gizem Can

21 Kasım 2014 Cuma

unutuşu ararken ve ah Isabelle

Unutuşu Arayanlar

Isabelle Eberhardt’ın ne yazık ki tek hikâye kitabı Unutuşu Arayanlar. Ben aynı efkârı Orhan Veli’nin Hoşgör Köftecisi’ni okuyunca yaşamıştım. Nefis öyküler, hem Orhan Veli hem de İsabelle için söylüyorum bunu. Ama şimdi konum unutuşu arayan Isabelle.
Kâşif, gezgin ve yazar Isabelle. Erkek kılığında Afrika çöllerini dolaşıyor. Hayatının kendisi bir arayış ve bir de isyan ve bir de direnç. Günlükleri de var ama Türkçede var mı bilmem, keşke birileri yayımlasa.
1877’de İsviçre’de doğar Isabelle. Annesi Rus bir aristokrat babası ise bir Anarşist.
Babasının ölümünden sonra annesiyle 1897’de Kuzey Afrika’ya bir yolculuk yapar. O yılın sonunda annesi ölür ve sonrasında Isabelle Cezayir’e yerleşir. Si Mahmoud Essadi adını kendine uydurup ve bir gezgin olup çöllerde dolaşmaya başlar. 1901’de evlenir, 1904’te bir selde ölür.
Bu kadar.
Unutuşu Arayanlar’da tertemiz on bir öykü var. En çok hangisini övsem, bilemedim: Dışarıda, Mavi Üniforma, Achoura, Mühtedi, Suçlu, Taalith, Rakip, Büyücü, Karakalem Yazıları, Unutuşu Arayanlar, Gecenin Soluğu
Şöyle bir önerim var; roman mı yazmak istiyorsun, o zaman bir yalınlık okulu eğitiminden geçmiş gibi olmak için Memduh Şevket’in Ayaşlı ile Kiracıları okunmalı; konumuz kısa hikâye mi, o zaman da Isabelle çıkar karşımıza Unutuşu Arayanlar ile. Tabi ki herkesin öneri listesi farklıdır, Kargabakışı görünen bu sadece. Bulup okuyun, Karga’ya hak vereceksiniz.
Hayat her yerde aynı, her yerde kimsesiz insanlar, küçük dertlerle dolu küçük hayatlar, yıkık çamur duvarlar, çıplak tepeler, siyah ekmek, bir fincan kahve derken unutuşu arayanlar…
“Unutuşu arayanlar tembellikle şarkı söyler ve el şaklatırlar; düş sesleri uzayan gece içlerinde mika pervazlı fenerin loş ışığı altında çınlar. Sonra, yavaş yavaş sesler alçalır, boğuklaşır, sözcükler ağırlaşır. Nihayet kefçiler sessizdir, vecd içinde gözlerini çiçeklere dikerler. Zevk ve sefalarına düşkün, şehvetperesttirler; belki de bilgedirler…”

Şu edebiyat âleminde bilgeler sürgün budalalar hükümdarken keşke seni daha çok okuma imkânı olsaydı, ah Isabelle! 
Ama unutuşu aramak güzeldir hayatsa berbat.
___________

Unutuşu Arayanlar
Isabelle Eberhardt
alakargaöykü
Çeviren: Ayşegül Demir
1.Baskı 2012

değinmeler

İron Madien yazdı,
_______________

Harabe

hiç kimselere açmadığım gizli ve güzel bir bahçem vardı bir gün geldi o bahçede sen vardın hiç yadırgamadım sanki yüzyıllardır ordaydın birlikte inşaa etmiştik belki de alışmıştım oysa orda olmana ama giderken tüm güzellikleri de yanında götürdün ne gizliliği kaldı ne de güzelliği çiçek açmaz karanlık bir bahçe ve eski ihtişamını arayan yıkık bir harabedir şimdi bana geriye kalan
*
Kış

sis bulutları gözünün önünde dağılır ve kış hiçbir zaman düşlediğin mevsim değildir.bir düş kurarsın ve içinde yaşarsın.yeni açmış kır çiçekleri,ormanlık,yeşermiş otlaklar.akan bir nehir,ırmak yada.uzana bildiğine her yer yeşillik.bir düş kurarsın ve içinde deniz mavilikler içinde.kumun sıcaklığı vurur yüzüne.çocuk bağırışları ve eğlenceli kahkahalarının huzuru siner içine.ama bir düş kurarsın içinde hiç kış olmamıştır.alabildiğine her yer beyaz kar ve soğuk.her zaman düş kurarsın ve kışı düşlerinde bile düşlemezsin. hep hüznü ve yalnızlığı temsil etmiştir.kıtlıktır,açlıktır ve kapkaradır.zindan gibidir ve yalnızdır kış.belki de insan kendi içindeki umutsuzluğu tek bir mevsimde toplamıştır.ve belki tek başına kalmaktan korkan insan hiç yalnızlığı istememiştir.gerçekleri söylemekten korkmayız ama görmek istemediğimiz gerçekler söylendiğinde üzülürüz.adeta yıkılırız.gerçekleri söylemek değilde gerçeklerin söylenmesi acıdır.yalnızlık hiç istenmeyen bir şeydir.kış her zaman tüm ihtişamı ve görkemiyle yalnızdır.belkide bu yüzden söylemişti  büyük usta Orhan Veli "en delikanlı mevsimdir kış,yüzüne yüzüne vurur yalnızlığını."
*
O Şehir

Hep misafirdim ben O şehir 'de.Otobüs terminallerinde el sallayanım hiç olmadı.Hareket vakti gelir ve gittikçe yakınlaşırdım yalnızlığıma.Hep giden ben olurdum.O kocaman gövdesiyle oturup benim gidişimi izlerdi sessizce.Hep giden ben olurdum.Gitmek mi zor kalmak mı onu bir türlü bilemedim.Galiba kalmak hepsinden daha zor.Gitmek yeni bir umut taşır yanında.Kalmak mı?Onu hiç bilemedim ki ben.Hep misafiri olduğum O şehir 'de kalan taraf olmadım.Hep gittim.Durmadan gittim. Gitmeye de devam edeceğim...
Doğup büyüdüğüm kasabadan ,dostlarımdan ,en sevdiğim arkadaşlarımdan ,sevdiklerimden ,"sevgilim" dediklerimden ,platonik aşklarımdan ,geniş ailemden ,babamdan ,annemden ,ablalarımdan O şehir 'e girmek için uzaklaştım.Okuma adı altında sözde ilim-irfan sahibi olmak için gittim.Yepyeni umutları yanımda taşıyarak gittim.
Çok farklı insanlar ,yeni fikirler ,yeni siyasi görüşler ,yozlaşmış ve dışlanmış beyinler ,budala ve düşünen insanları ,ırk ,din ,dil ve iktidar kavgasını ,emekçi tayfasını ,gelenekçi ve gelecekçileri ,direnmeyi ve daha sayamadıklarımı hep O şehir 'de gördüm. Herkesden çok insanlığın çıkarları uğruna ne kadar alçaldığını O şehir 'de gördüm...
Yeni arkadaşlar ,yeni aşklar ,yeni ve eskimesin istediğim dostlar dan yine gittim.
Gitmekten yorgun düştüm.Gitmek yalnızlıktı bendeki tasviri.Ve yine yalnızım giderken.Gitme vakti yine geldi.Beni ben yapan O şehir 'den...


19 Kasım 2014 Çarşamba

kasım adın hüzün olsun

“Yaşam felsefesi olarak yücelttiğim şeyin bir çeşit hüzün olduğunu anlıyorum.”
Umberto Eco /Foucault Sarkacıs:90


Kasım Adın Hüzün Olsun…
Gönül üzgünlüğü, TDK hüznü böyle tanımlıyor. Bence, duygu yükü… anımsatan  şeylerin çokluğu yükü ağırlaştırıyor; misal kasım…
Renk ahenk  bir doğa… yeşilin turuncunun, kızılın, sarının her tonu… göller de nehirlerde yansımalar… kır evine sığınası geliyor insanın, dünyanın tüm derdinden tasasında uzağa, bir oda dolusu kitapla sevdiğinin kollarına…  
Okudukça kaybolsak, kayboldukça  okusak ve yeniden satırlarda dizelerde kendimizi  bulsak… 
Şöminenin çıtırtısı, rüzgarın uğultusu, düşen yaprakların uçuşu ; anılara alıp götürse… Sararıp kopan yapraklar ayrılığın imgesi iken simgesi olur … Yük ağırlaşır… Yalnızlık duygusu yoğunlaşır, gönül gücümüzü destekleyecek, yükseltecek kişiler ararız etrafımızda… Varlığı, bin derde dava olanlardan… - 
Ama yokken var olanları buna dahil edebilir miyiz?

Boynumuzu büken, doğanın güzelliği midir, yoksa anıların ağırlığı mıdır? Kır evinin verandasında dizlerinde kitap gözlerin patikada ise… gelmeyecek olanı beklemenin  ne demek olduğunu okuduğun kitapta rastladığında kitabının kapaklarını birbirine  çarpıp Allah kahretsin  dediğin de göz yaşını tutamazsın… Ağlarsın… Gözlerin sızlar, yüreğin sızlar…okursun… 
Sarıya boyanmış doğa hüzün denizi olur, dalar gidersin… Vebali bir aya mıdır?.. 
Tabii ki değil…  ama o ki hatırlatın; Kasım adın hüzün olsun…

Aysun Tirgil

18 Kasım 2014 Salı

şehirde yağmur

Bu kente ne vakit yağmur yağsa zaman ekseninden çıkar ve bir başka devre akar…
1970’lerde bir aralık akşamı olabilir, Küçüksaatten geçip Nuri Has Pasajında bir yağmur molası verirken.
Belki Çakmak Caddesinin yağmurlu bir akşamından eve dönüşlerde 1979’un bir kış gecesine karışabiliriz.
Faytonlar, damalı ince uzun Şavroleler, turuncu bir Pejo motosiklet, paytak bacak Skodalar, ince tekerlekli bisikletliler yine ipince yağmurlarında Adana’nın birbirlerine karışırlar.
Şehrin bir tür Yeşilçam Sokağı olan Asri Sinema Sokağında, aynı zamanda kentin en renkli simaların mekân tuttuğu bu yerde işte o vakitler belki bir sinema biletidir yağmur.
Ne zaman yağmur yağsa Yılmaz Güney’in Umut’unda toprak bir evde çinko dam altında buluruz kendimizi, sonra Tuncel Kurtiz’le bir film karesinde define ararız.
Veya alıp götürür yağmur bizi sihrinde; çoktan ölmüş bir şairin evrende bir başına kalmış hatıralarında yani kederinde hiç bilmediğimiz caddelerde yürürüz.
İşte Orhan Veli yağmurlu bir şubat akşamında ölmeden sadece birkaç sene önce belki bir meyhanede buluşacaktır Melih Cevdet ve Oktay Rifat’la, nasıl olsa terk etmiştir kendini zaman. Yağmura rağmen havada bir it soğuğu, değil zemheri.
Yaşar Kemal’in bir romanında veyahut, Anavarza’ya yağan kimsesiz bir yağmur oluruz.
Tribünde bir Adanaspor maçında çimlerin yağmurlu kokusunu duyarak yağmurun bir başka hali oluruz.
Derken Akkapı Mahallesinde, taş sokağın sonunda, portakal bahçelerinde çocukluğumuzla, hayır ömrümüzle ve hışırdayarak yağan yağmurla bir oluruz.
Bu şehre ne zaman yağmur yağsa zaman denen muamma, dizginlerinden kurtulan bir beyaz at olur, kendini sonsuz çayırlara vurmuş ve ömrümüz artık bir sisken gecede, biz kayboluruz.

4 Kasım 2014 Salı

mühürsüzler * II.şiir ölürse bir şehrin delileri bulvarlar ıssız kalır kördüğüm olur trafik hep ultraviyoledir ışıklar yan yana gelir yeşil
______
"Ben çocukken, yanlış park eden otomobillerin lastiklerini patlatan bir trafik polisi vardı. Ona da selam olsun"

mühürsüzler [şehrin delileri] ____ V.şiir delisi ölünce lanetlenir kabile Manitu küser yeşil çayırlara zulmüne kalınır beyaz adamın _____ K-

15 Ekim 2014 Çarşamba

Erysikhton

*
Erysikhton, toprak ana Demether’in korusunda bulunan en yüksek meşe ağacını keserek suç işlemiş biriydi. Adamları, meşeye dokunmamasını söylemişlerdi ona. Erysikhton bu akıllıca uyarılara kulak bile asmamış, baltayı kapıp ağacın gövdesine indirmiştir. Hemen kan fışkırmış baltanın değdiği yerden.
Kabukların arasından gelen bir ses ‘Beni kesersen Demether seni cezalandırır.’ diye bağırmış. Erysikhton yine de aldırmamış, çevresinde orman perilerinin dans ettiği meşeyi kesmiş. Bunu gören orman perileri Demether’e ağacın kesildiğini söylemişler. Öfkeden çıldıran Toprak Ana ‘Kim kesti?’ diye gürlemiş.(El cevap) Erysikhton!
Onu öyle bir cezalandıracağım ki… Herkes görüp öğrensin bakalım, benim ağacımı kesmek ne demekmiş. Sonra Kıtlık’ın yaşadığı karanlık ülkeye koşmuş. ‘Aman,’ demiş ‘şu adama öyle bir oyun et ki ömrü boyunca doymak bilmesin.’
Kıtlık, tanrıçasının sözünü tutarak Erysikhton’un evine gitmiş. Erysikhton uykudaymış. Kıtlık, cılız kollarına almış onu, adamın midesine açlık ekmiş. İşte ne olduysa o anda olmuş. Erysikhton uyanarak bağırıp çağırmaya başlamış: ‘Karnım acıktı, yemek getirin çabuk.’ diye haykırıyormuş. Adamları hemen yemek yetiştirmişler ona; ama efendileri doymak bilmiyor, yedikçe yiyormuş. Daha ağzına attığı lokma boğazında kayarken yine acıktığını söylüyormuş. Günlerce sürmüş bu durum.
( bizim burada yıllar ve yıllardır sürüyor ya bu durum…)
Erysikhton nesi var nesi yoksa satıp karnını doyurmuş. Daha doğrusu doyurmaya çalışmış. Sonunda satacak eşyası kalmayınca kızını elden çıkarmaya karar vermiş. Zor olmamış bu; çünkü kızı güzelmiş. Hemen bir alıcı çıkmış. Ancak kız, deniz tanrısının yardımıyla kaçmış bu adamdan biçim değiştirerek. Evine eski haliyle dönmüş. Bu olaydan sonra Erysikhton kızını üst üste satmış.
Kız her defasında ya at, ya kuş, ya da başka bir şey olup kurtuluyormuş. Sonunda kızından elde ettiği parayla da doymaz olmuş ve kendi gövdesini yiyerek ölmüş.
iyi mi!

10 Ekim 2014 Cuma

son yılların en kötü romanı, son ada, Livaneli'den

Son Ada

Son zamanlarda okuduğun en güzel roman nasıl ki İzzet Dönmez’in Yatılı Düzlükleri adlı eseri ise son zamanlarda okuduğum en kötü roman da Zülfü Livaneli’nin Son Ada’sıdır.
Livaneli’ye göre Son Ada onun ilk politik romanıdır. Bunu yaparken de elbette öncülleri gibi bir metafordan yararlanarak kendi gerçekliğini kurmuştur. Benzerini gayet yetkin bir şekilde George Orwell’den görmüştük, 1984 ve Hayvanlar Çiftliği ile. Başka bir distopyayı Sineklerin Tanrısı ile William Golding yapmıştı.
Livaneli’nin Son Ada’sı bunların yanından bile geçemeyerek hem kendisi için hem bu romana ödül verenler için ve hem de çok sevdiğim Yaşar Kemal için ne yazık ki bir fiyasko olmuş, zira bu romanı “haksızca” övmüş Yaşar Kemal, “Zülfü, büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir.” diyerek.
Roman bir adada geçiyor; her şey güllük gülistanlıktır ama bir gün bir diktatör emeklisi gelir ve adayı allak bullak eder. Diyeceğim budur özet olarak, zaten roman da bu kadardır.
Hiçbir estetik derinliği yok. Romanın anlatıcısı ısrarla “edebi” bir iş yapmaya kalkmadığından bahsediyor, ezik bir karakter de çizerek roman boyunca, ama Livaneli nedense en nihayetinde bir roman yazdığını unutmuş.
Romanda her şey derinliksiz, adeta okuru salak yerine koyan bir tavır var. “Sen anlamazsın bu romanın mesajını ve ben bunu sana bak dümdüz anlatıyorum ki sen de ülkeler felakete nasıl sürüklenir anla.” tavrı… Bu tavır romanın anlatıcısından değil, Livaneli’nin kendisinden kaynaklanıyor. Karakterler karton dekorlar gibi, olaylar, olayların dayandığı metaforlar ilkokul düzeyinde, üstelik son derece lezzetsiz bir tarzda servis edilmiş bunlar okur masasına. En fazla bir gazete köşe yazısı veya eskilerden bir fabl olabilecek anlatı bize roman diye sunulmuş, Doğan Kitap da bunu basmış ve 2009 senesinin jürisi bu kitaba Orhan Kemal Roman Armağanını vermiş. Yukarıda dediğim gibi, Yaşar Kemal de bu son derece basit yani çapsız romanı bir güzel övmüş. Yaşar Kemal’e sitem ediyorum buradan, hayal kırıklığına uğradım bu manada.
Dünyada anlatılmamış bir şey yoktur, denir; önemli olan bunu nasıl anlattığındır. Konudan çok üsluba işaret edilir, yazarın bu yoldaki yaratıcılığına bakılır, gerçeği yeniden kurarak bina ettiği gerçeklik muhatap alınır.
Son Ada’da her şey bana yalandan geliyor; anlatıcının aşkı, âşık olduğu Lara, anlatıcının kahramanı olan Yazar’ın muhalifliği, adalıların küçük burjuva kaygısızlıklarından doğan bilinçsizlikleri ve tutarsız halleri, başkanın zulmü, martıların direnişi, tilkilerin kullanılır varlıklar olması, yılanların toplumu zehirleyen unsurlara denk gelmesi, bakkal çırağının duyarlılığı falan filan. Hepsi kof birer figür. Oysa roman dediğin hele ödüllü roman dediğin karakterler ister. Koca romanda bir tane karakter yok. Asıl şahısların yanında (karakter demiyorum), Livaneli’nin birdenbire aklına gelmiş gibi ortaya çıkıveren tipler var. Livaneli keşke, yazarlığa dair bir şeyler öğrenmek için Yaşar Kemal’i az olsun dikkatli okumuş olsaydı, hiç olmazsa onu da böyle mahcup etmemiş olurdu, en azından benim bakış açımda.

Son olarak. Livaneli’nin bu anlatıda dile getirdikleri yok saydığımız olgular değil, ama bir edebiyat mevzusunda bunların hiçbir kıymeti yok. Okumazsanız hiçbir şey kaybetmezsiniz. 
M. Cahit Uzungece

17 Eylül 2014 Çarşamba

D’espinhosa El Aferrado, epilog

Kaymera / D’espinhosa El Aferrado
Kitaptan

___________________________________
Epilog

P
agan hayatına sadık kalan Aferrado Kabilesi, aile adlarının da altını çizdiği gibi ayak direyen bir kavimden gelmektedir. Çeşitli politik, ekonomik, askeri baskılara maruz kalmış olsalar da, kilisenin veya yerleşik rabbani dinlerin hışmına sıkça uğramışlarsa da inançlarından dönmemişlerdir. Fakat şiddetin niteliği zamanla değişmiş, müşfik görünen tavırlar katliamlara başlamıştı.
Kabilemizin 13 kadını, Oviedo’nun, meydanlarında cadı diye yakılmıştı; birçoğu yakın kuzenim olan erkekleri gözlerimin önünde kılıçtan geçirilmişti. Çocuktum o vakitler.
Zulme iman, kılıca can dayanmaz.
Bu yüzden kaçtık.
Kadim zamanlardan beri yaşadığımız topraklardan kısa sürede göç etmek zorunda kaldık. Kimimiz Orta Avrupa’nın karanlık ormanlarına gitti, kimimiz Batı Avrupa’da yeni bir hayat kurmaya çalıştı, kimimiz Atlas Okyanusunu geçip İzlanda’nın Pagan tarihine sığındı bu topraklarda. Ama kimse doğaya sadık olan bu hayat tarzından dönmedi.
Ben D’espinhosa Aferrado, kabilemin en serkeş fertlerinden biri olan gezgin… Bir süre küçük Pagan köylerinde yaşadım, onlara şiirler okudum, kabilemin Ezoterik sırlarından öğrendiklerimle kimi önemsiz hastalıkları tedavi ettim; anlayamadığım bir dinin askerlerine karşı, bir hayatı korumak için savaştım. Birkaç kez ölümden döndüm. Hiç kovalamadım, hep kaçtım.
Daha küçük bir çocukken göç edip uzaklaştığım atalarımın topraklarına bir daha hiç dönemedim.
Çok savaş gördüm, çok ölüm… Kıtlıklara, açlıklara şahit oldum. İnsanların ne çok hayalleri vardı, umutları! Sanki gözümün önünde dağların devrilişini izledim.

Dilerim insani bir geleneğin son mirasçılarına ithaf ettiğim bu kitap Aferrado adının anılmasına ve o kadim kültürün hep hatırlanmasına da vesile olur.


D’espinhosa El Aferrado
1297 Kışı

İzlanda / Karaormanlar

14 Eylül 2014 Pazar

D'espinhosa El Aferrado / Kaymera

Kaymera
D’espinhosa El Aferrado
__________________
Uzun Kılıçlı Kızıl Adam: “ Kralına git ve ona söyle; ben kuvvetli ve usta savaşçı, kusursuz bir ağaç işçisi, ateşi bilen bir demirci, arptan lire yetenekli bir çalgıcı, şair ve masal anlatıcısı, Pagan Tanrılarının bilgisine vakıf ölümlülere derman olan bir hekim ve taşların sırrını bilen becerikli bir büyücüyüm. Benim kadar yetenekleri olan bir başka ölümlü göstermesi için ona meydan okuyorum.” dedi.
__________________

Karga'da

13 Eylül 2014 Cumartesi

D’espinhosa El Aferrado

"Kaymera"
D’espinhosa El Aferrado
___________
İnsanın doğa hakkında bildiği ne kadar azsa pek çok şeyi anlarmış gibi yapması da o kadar kolaydır.
___________
,Karga'da-

ışık turan tuncer

Işık Turan Tuncer'in ama çok güzel bir şiiri:
_____________________________

Elsa
Seni ilk defa iskelede görmüştüm.
Atıvermiştin kendini suya.
İşte o gün seyrettim seni doyasıya.
Kıskanmıştım balıklardan seni.
Yanına gelmek istiyordum Elsa.
            Sen engin denizlerin yıldızı olan
            Deniz kızları kadar güzelsin
            Şimdi nerdesin Elsa, söyle nerdesin?
            Her gün seni bekliyorum sahilde,
Dönmüyorsun.
            Mavilikler içinde seni görüyorum.
            Yeşil saçlı, güzel Elsa.
            Niye bana gülmüyorsun?
            Bak yine sana sesleniyorum,
            Elsa, Elsa!

            Duymuyor musun?

2 Eylül 2014 Salı

ve

“otur karşıma Nişapurlu Hayyam.
Sana yüzyıllar sonrasından
gün sökerken susan Şehrazat’ın ruhsatlı konuşmasını
İskenderiye mumlarının kokusunu, yorgun şahların uykusunu
yoksul bir kalbin şarkısını getirdim.
Bilgeler sürgün
budalalar hükümdarken
ayrılıktan gayrısı som altın değilken
otur, bu evrenin şarabını benimle paylaş.”

*
Nişapurlu Hayyam’dan
Hakan Savlı

hakan savlı'ya dair

Karga olarak Hakan Savlı’ya apayrı bir sevgi duyarız.
Onun, şiirimizdeki yeri kalbimizdeki yeriyle aynıdır.
Sağlamdır yani.
Bu duygularımızı anlamak için okuyunuz:

Unutulmuş Çocukluk Eskizleri, Köpükler,
Sanşo Panzha’nın Ölümü, Go Dersleri,
Yalnızca Müzik İçin,
Turuncu…
Örneğin şöyle bir açıklama “TURUNCU” için:
A. Adnan Azar’dan;
“Hakan Savlı’nın şiiri,
bildiğimiz, daima değdiğimiz şiiri yeniden bulmak,
bilmek almak için var.
Yeniden başlayanlar için de var.
Ben burada sayarken kaldırım taşları kaç tane,
Hakan Savlı orada, şehir uğultuları içinden
ve bilmeden yağmurun da dinlenebileceğini,
şeyler’i ve tabula rasa’yı şiir ediyor.
Birden fazla kalbi olanlar,
gidenler,
giderken unutulmamayı bırakanlar ve
caz meselleri için.
Hiç kimse için de ama.
Kır’a, bahçe çitine, çengele ve çanlara dokunsun için de.”

karayalnız

Yakın dönemin
en önemli şairlerindendir Hakan Savlı.
Zarif duyarlıkların şairi…
Olağan insan hallerindeki kederi,
hiç keder demeden anlatabilen şair…
Kelime oyunlarıyla okurun kafasını bulandırmayan…
Yarattığı şiir aleminin insanlarıyla bütünleşen
ve hatta onları okurunun dünyasına da nüfuz ettiren şair.
Bakın usta oyun yazarı Mehmet Baydur
onun için ne demiş:
Sert ama incelikli yaklaşım hayata ve ölüme.
İnsana insan olduğunu haber veren bir şiir
Hakan Savlı’nın şiiri.
Kim bilir, belki şiirin asıl işlevi budur.
Ülkü Tamer‘den bir alıntıyla devam edelim:
Hakan Savlı’nın önceki yapıtlarını kaçırdığıma
üzüldüm.
Oturmuş, kendi sesini bulmuş,
yalınlığa ulaşmış bir şair Savlı…
Ve yine Mehmet Baydur’la bitirelim: (okuyun) …
birinci sınıf bir şairle karşılaşacaksınız.
Az şey değildir bu.
Arkasında, yazdığı şiir dışında
hiçbir güç olmayan bir şairle tanışmak….