23 Aralık 2016 Cuma

Dünyanın en güzel

en pahalı kıyafetlerini

dünyanın daha varlıklı

en varlıklı insanları kullanır,

telefonlarını da arabalarını da...

Bunları da dünyanın yoksul insanları

daha yoksul insanları

en yoksul insanları en az paraya üretirler.

De ki karın tokluğuna.

Budur asıl mesele.

23 Aralık 2015 Çarşamba

moon river


Ay nehri, bir milden geniş,
Bir gün bir şekilde sana rastlıyorum.
Ah, rüya kurucu, sen, kalp kırıcı,
Nereye gidersen git senin yolunda gidiyorum.
Ötede iki serseri, dünyayı görmek için
Görülecek çok fazla dünya var
Aynı gökkuşağının bitimiyiz biz
Kıvrımın etrafında bekleyen,
Yabanmersini arkadaşım,
Ay Nehri ve ben.


Müzik:
Henry Mancini
Sözler:
Johnny Mercer


15 Kasım 2015 Pazar

çeroki, küçük ağacın eğitimi

MASALIMI DUYACAKSIN

"Yakında burada olmayacağım,
Masalı duyacaksın
Kanımın arasından
İnsanlarımın arasından
Ve kartalın çığlığından
İçerideki canavar asla sakinleşmeyecek" *

Bu sözler, Yeni Dünyanın asıl sahiplerinin yaşadığı trajediye ses olan en masum satırları barındırıyor içinde. Toprağı dinle, doğayı dinle, ağaçları dinle; kendilerinin değerini bilmiş olan o insanlar için nasıl da çığlık çığlığa ağıt yaktığını duyacaksın. Elbette, ortada dinleyecek bir ağaç, yaşayan bir toprak, seninle konuşacak bir doğa bulabilirsen.
"Ufuk çizgisinde ilerliyorum
Gözyaşı yolunu takip ediyorum"*

Kaç çocuk annesini kaybetti senin hırsının gölgesinde? Kaç adam eşini kaybetti, kaç ev babasız kaldı senin dönmüş gözünü doyurmak için? Kaç tane ağıt yakıldı kayıpların arkasından, kaç can aldın bir karış toprak için? Kaç insanın yurduna gözünü diktin, gideceğin yerin bir karış topraktan büyük olmayacağını bildiğin halde? Üzüldün mü? Sıcak evine döndüğünde bakabildin mi çocuklarının yüzlerine, öpebildin mi annenin babanın elini?
"Beyaz adam geldi
Kutsal toprakları gördü
Biz önemsedik, siz aldınız
Siz savaştınız, biz kaybettik
Savaş değil aslında, adil olmayan bir dövüş
Manzara kanla güzelce boyandı"*

80 dakikada bir milleti yok edecek kadar geliştirdiğin soğukkanlı teknolojin, vicdanını rahatlatmıştır umarım. Umarım ölmemişsindir beyaz adam, ölüm sana ancak bir mükafat olabilir. Düşün beyaz adam, tek bildiği doğayı, Gidişat'ı, insanları sevmek olan altı yaşındaki bir çocuğu kırbaçlayacak kadar ne yaşamış olabilirsin? Sırf senin ahlak kuralların çerçevesinde doğup yetişmedi diye bir çocuğa piç diyecek kadar yüreğini nefretle dolduran ne? 
Peki sen, çocuk; bedeninde belki de kapanmayacak yaralar açan bu insanları, seni ait olduğun yerden ayıran bu insanları bile sevecek kadar büyük bir yüreğe nasıl sahip oldun? Altı yaşındayken nasıl olur da yaşının belki de on misli yaşta olan bir adamdan daha büyük bir yüreğe sahip oldun?

(Küçük Ağacın Eğitimi'ne dair)

Nazlıcan Özkut

15 Ekim 2015 Perşembe

Sürgünde Bir Kovboy

Azıcık Tanıtım, Azıcık Eleştiri Yazısı


Sözcükler, yazarının eline düşünce, onun kurgulayabileceği dünyanın tek sınırı vardır: düş gücü. Bu düş gücü kimi yazarlar için sınırı çizilemez bir hal almaz mı? Bilim insanlarının, din adamlarının, -onlara da bir gün cinsiyetçi tavrı reddedip din insanları diyebilecek miyiz- hatta politikacıların mesnetsiz zırvalamalarının bile “görülebilen ufukları,” yazar tarafından alaşağı edilir. Yazar, teması olarak seçtiği insanı, doğayı, dünyayı ya da ruhu öylesi bir tasvir ile “görülebilen ufukların” arkasına taşır ki; sınırlamacılar, düşünce korkakları, sansürcüler apışıp kalırlar. Öylesi kitaplardan birini okudum geçenlerde. Yazmaya çalışacaktım, aldığım notlar vardı, erteledim. Kitaba, sözcüklere ve yazarlara dair yukarıdaki açıklamayı yapıyorum çünkü, kestirmeden büyülü gerçeklik deyip de güdükleştirmeme niyetindeyim. Okutana, vesile olana bir müteşekkir olma halim var oradan devam edeyim. Kitabı, olasıdır; kitabevi raflarında bulmak güç. Azimli okur için kaynak iyi bir sahaf ya da kitap armağan etmeyi becerebilen duyarlı bir dost olabilir.

Sürgünde Bir Kovboy, bu girizgahın objesidir.

Kitap Türkçe’ye çevrilirken, orijinalindeki dilin kullanımına ne kadar özen gösterilmiş bunu çözebilmem, ne yazık ki; Fransızca bilmediğim için mümkünatsızdı; ama Türkçesi, başından sonuna inandırıcılığı ve konuyla örtüşmesi bakımından gayet kabul edilebilir nitelikte. Bunu niçin sorguluyorum? Zira, bütün ailesi bir gaddar tarafından katledilen kahramanın masumiyete, saflığa bu denli sarılabilmesine inanmak için, nevi şahsına münhasır bir yazar diline gereksinim var. Yine, konuşma yeteneği olan bir atla, - Lola’ya bir daha at demeyeceğim- öyküyü baştan sona inandırıcı ve diri tutmak için de o dil gerekli. Çeviri o denli başarılı ki; “hadi canım,” demeden kitabın içinde kalmamızı sağlıyor. Çevirmen güçlü bir övgüyü hak ediyor.

Sürgünde Bir Kovboy’a gelirsek; yaşadığımız dünya, çıkarcıların, katillerin düzenbazların kurguladığı bir eksende dönerken içinde gerçekten bir insan olarak kalabilmeyi başarmak olası mıdır? Soruyor. Lola’nın bile öfkeye, intikam duygusuna kapıldığı bir hengamede saflığı, insanlığı savunmak ve bu düsturun arkasında durmak ne kadar gerçekçi olabilir? Kitabı okurken, başından sonuna kadar; adalet denilen ama aslında öç alma duygusuyla beklemeyi sürdürüyoruz. Bugünlerin giydirilmiş halet-i ruhiyesine tutulmuşuz, unutmayalım. Yazarın her sayfada bizi, sıradan insanları tatmin edecek o “öç anını” yazacağını umut ederek geçiriyoruz okuma dakikalarımızı. Postmodernizmin felsefi yapısının oluşma başlangıcında yazılan romanı okurken, günümüz değerleriyle olayları sorgulamaya başlıyor ve o öç tatminini bir türlü elde edemiyoruz. Neyse ki; romanın işlediği insan ruhunun çözümlemeleri konusu, uzak bir diyarda, uzak bir zamanda ve kovboyların var olduğu bir dönemde geçiyor. Rahatlıyoruz. Nasılsa bugünün imkansızlaştırdığı bir durumu anlatmıyormuş...

Bir antichrist olarak romanda vücut bulan Boone’a, şimdiki dünyada ulaşmak ve onu Sam’e öldürterek adaleti tecelli ettirmek en iyisi, öyle olmalı. Ama yazarda hiç de öyle bir çaba yok. Vuruyor kahramanı Sam ve Lola’yı çöllere ve bir cennet arayış serüveninde, inanılmaz dostlukların kurulabileceğini bize anlatmaya yelteniyor. Dedim ya; bunu İkinci Dünya Savaşı’na kadarki ya /ya da belki de bir travmayla irkilen savaş sonrası dünyaya anlatmak nispeten kolay olabilirdi. Yazarda 1969’da okuyucuya sunmuş. Şimdi, şu an varolduğumuz dünyada ise o yargıların geçerliliği ise hayli tartışmalı.

Yazarın bir Fransız olduğunu söyler ve Sam ile Lola’nın (kovboy ve atı) öyküsünün, onun için çok uzak bir kültürden dem vurmak olduğunu ifade edersem, halihazırda şu kalıplaşmış yan unsurlara da sizi hazırlamış olurum: Çöl var, soğuk var, silah var, pusu var, öç var... Ama buralara takılı kalmamak gerekiyor. Bu klişeler, aslında tıpkı bir kovboy filmi izlerken insana dair ruh çözümlemeleri yapan yönetmen senarist ikilisinin yarattığı denkleme benziyor. Ben öyle benzetiyorum. Anlattıklarımdan; yeni bir “Küçük Prens” fenomeni çıkarmak olasıdır. Bir erişkin, bir felsefe kitabı mı yoksa bir çocuk kitabı mı? Buna söyleyebilecek sözüm: Hemen hemen odur.

Kanımca, Sürgünde Bir Kovboy’un yazarı Jean Yvane, çeyrek asır sonra Antoine de Saint-Exupery’i mezarında ziyaret etmiş. Çok da ruhuna uygun bir ziyaret olmuş bu öykücük.

Fransızların düşün dünyasında yeri zaten hep ayrıcalıklı olmuştur.


Sürgünde Bir Kovboy – Jean Yvane / Çev. Mehmet Keskinoğlu (Telos – 1996, 124Sf.)

3 Eylül 2015 Perşembe

ve sahne

Ve sahneye gerçekler çıkar..

"yaşamın süremleri aksın kendi dilince"

Sözcükler...
ne çok anlam ifade ediyor insana.
Yaşamdaki her şey, bize gerçekliği fısıldıyor adeta:
"Sen hiçbir şeyi değiştiremezsin.. Hele ki beni asla! Sadece yaptıkların bende gizli kalır.
Sen bile ne yaptığını bilemezsin.. Sen kendini, bir şeyleri değiştirdim diye aldatabilirsin.. ama şunu bil ki aslında hiçbir şey değişmemiştir.
Ve her şey benim dilimde akmaya devam ediyordur. Yani bırak; her şey kendi dilince aksın şu dünyada.
Çünkü; hiçbir şeyi değiştiremeyeceksen, çabalamanın anlamı var mıdır sence şu aciz dünyanda?"

Hakan Savlı
Gizli- Sevginin Süremleri: 11/ Morning (Departure of the Boats)
Sözcükler Yayınları

*
Anonim bir söz...

Beni hep uçurumun kıyısına getiren, dostlarım oldu.
Sonrası mı?
İttiler işte..

Onur Köse