Tek Servetim Emeğim
M. Cahit Uzungece
Bir ülke
diyelim, eski zamanlardan. Ve o devre özgü (aslında her devre özgü canım) bir
hükümdar olsun, bu eski zaman ülkesinin
başında. Bir gün hükümdar tarihe merak sarsın. Ülkenin biricik bilgesini yanına çağırtsın hükümdarlığına
özgü pervasızlığıyla. O sırada sözler nasıl devinir acep, şöyle bir şey
olabilir mi?
Bilge - Yine beni istemişsiniz... Yine bilemediğim bu kez de, beni
nasıl görmek istediğiniz.
Hükümdar- Anlaşılan bu gelişler kızdırmaya başlamış seni. Haksızsın
demeyeceğim. Bir bilgesin bugüne bugün. Ama bundan dolayı herhangi bir utanç da
duymuyorum. Ben rahatsız değilim anlayacağın... Seni nasıl
görmek
istediğime gelince... Bilgesin, ülkenin belki en yüce insanısın bu
anlamda.
Sözlerinin derinliği, yürekliliğin, ürkütebilirdi bile hükümdarları. Ama
ben bundan da hoşnudum, senin gibi birinin karşımda olmasından.
Bilge- Benim meziyetlerim sizin övüncünüze dönüşmeden, ne istediğinizi
sormam umarım bir saygısızlık olmaz
"ihtişamınıza".
Hükümdar- Yanılmadığımı görmek mutlu ediyor beni. Uzatmayacağım. Senden
bir tarihçi gibi çalışmanı istiyorum. Tüm bilgini kullan. Dünya tarihiyle
ilgili bir çalışma istiyorum. Evet, zaman da senin olanaklarım da...
İç konuşma (Davudi bir ses…):
(Der ve
beklemeye koyulur hükümdar, dilediği bilgilerin hazırlanıp
sunulmasını. Yıllar geçer. Sabırla çalışıp
hazırladığı on ciltlik Dünya
Tarihi kitabını yine aynı sabırla bekleyen
hükümdara sunar bilge...)
Bilge - Benden istediğinizi size layığınca sunabilmek için günlerce
düşündüm nasıl çalışmam gerektiğini… Krallığınızın kitaplığı yetersiz
kaldı. Denizaşırı ülkelere gittim. Onlarca tarihçiyle
görüştüm. Yardımlarını esirgemediler. Size sunduğum bu on
ciltlik kitapta çok insanın emeği olduğunu bilmenizi isterim.
Hükümdar- İnanıyorum bunun için insanların ne çok çalıştıklarına,
yorulduklarına. Uykusuz geçen geceleri düşünebiliyorum. Ama bence
dünya tarihi için de olsa, çok bu kadar kitap... Azalt bunu, daha
az...
İç
konuşma:
(Bir
mecburiyet olarak kabul eder bunu bilge. Ciltleri toplar ve gider evine. Aylarca çalışır. Tarihteki hangi olay
değerinde önemliydi veya önemsiz. Birincisinden de çok emek harcar ve on cildi yarıya düşürür, yeniden çıkar hükümdarın karşısına.
Ciltlere bakar canı sıkkın, "çok", der yine...)
Hükümdar- Bu kadar kitap
çok… İnanıyorum ki sen bunları daha da
azaltabilirsin. Biliyorsun, dünya tarihi için de olsa bu kadar söz
çok. Kısalt bunları, gereksiz ayrıntıları at...
İç
konuşma:
(Öncesinden
de kızgın ayrılır oradan bilge. Aylarca çıkmaz evinden... Bir akşam elinde tek kitapla yine
hükümdarın karşısına çıkar.)
Bilge- Bu kitap
için harcadığım emek, ilkinden de fazla.
Yorgunluğumu anlatmak istemiyorum.
Yalnızca size bu kitabı sunuyorum.
İç
konuşma:
(Hükümdar alır kitabı eline,
karıştırır sayfalan. Ancak bir hükümdara yakışacak
umursamazlık ve değer bilmezlikte bırakır bir kenara kitabı.)
Hükümdar-
Çok... Biliyorum, öfkene mağlup olmak istemiyorsun. Ama inan bu kitap da çok insanlığın tarihini anlatmak için...
Şimdi düşünüyorum da birkaç cümle de
yetermiş bana, hatta birkaç sözcük...
İç
konuşma:
(Hassiktir
der içinden ve gülümser bilge ve tek kitabı da alarak yavaş yavaş uzaklaşır
oradan. Bir kaç ay sonra
daha da yorgun gelir. Dünya tarihini içeren sözcüklerin yazılı olduğu kâğıdı uzatır ona. Hükümdar yazıyı sadece içinden okur. Yüksek
sesle okumaktan korkar. Belki mırıldanır, kim bilir…
"İnsanlar doğdular, acı
çektiler ve öldüler..." )
Gelmek
istediği nokta buydu Karga’nın...
İnsanın insanlaşma serüveni, kıtlıklar,
göçler, savaşlar... Toplumlarda
sınıfsal farklılıkların ortaya çıkması; bu farklılıkların doğurduğu zulümler, acılar... Unutmamalı, sık sık tekrar etmeli,
(tekrar etmeli, çünkü birçoğu hala meselenin derin bir sınıf meselesi olduğunun
farkında değil ya da farkında ama derdinde değil ve çözüm yollarını keşmekeşe
çevirip rezil vaziyette dolanmaktalar); yaşadığımız dünyada azınlıktaki mutlu insanların varlığının nedeni
çoğunluktaki mutsuz insanlardır. Bireylerin, topluluk veya ulusların,
ülkelerin yükselmesi için bu yüksekliğe(!)
zemin oluşturacak başka bireylerin, toplulukların, ulusların veya ülkelerin
varlığı şarttır. O köpek soyluluk(!) başka
nasıl anlaşılabilir ki? Avrupa uygarlığının ne cins bir eli kanlı uygarlık
olduğunu bilmeyen yok. Evet, "İnsanlar doğdular, acı çektiler ve
öldüler"... Öyledir? Hayır, maksat
bir acılar tarihi önsözü yazmak değil. Belki sanatın filan da bu üçlemeden payını aldığına şöyle bir teğet geçmektir
amacımız... Belki diyorum, hani bazen yazı kendini yazdırır ya.
Peki,
hükümdar bir zaman sonra bilgeyi yanına çağırtıp aynı pervasızlığıyla ondan
örneğin edebiyatın
tarihini yazmasını isteseydi... Bilge
tek cümleyle nasıl özetlerdi o tarihi?
Şöyle gelişmiş olsun diyalog:
Hükümdar- Bu
biçimde karşıma gelmek seni incitiyor
biliyorum, kızdırıyor da. Ama biliyorsun düşüncelerimi artık.
Bilge- Zamanın değerini bir tüccardan çok, bir başıbozuktan çok, tüm
ömrü yalnızca buyurmakla geçen "amaçsız" bir insandan çok ömrünün
gün batımını yaşamakta olan biri bilir. Hem sarayınıza gelirken
sokaklarda o kadar çok aç insan gördüm ki…
Hükümdar- Anlamış gibisin dileğimi. Bunu da bilge sezine bağlıyorum.
Bir şair değilim.
Hiç bir zaman da olamayacağım. Resim hakkında herhangi bir bilgim ya da yeteneğim olduğu söylenemez. Sözün
kısası; bana sanatın tarihini yaz.
Ama lütfen uzatma öncesi gibi... Hem
zamanın değerinden söz eden sensin... Eh onca yazıyı okumayacağımı bilen de...
Bilge- Peki, neden gerek duydunuz böyle bir şeye?
Hükümdar- Dünya üzerindeki her şey beni ilgilendiriyor. Bir hükümdarım.
Danışmanlarımdan bağımsız
kaldığım zamanlar da olmalı değil mi?
Laf aramızda; sanki bana ait sözler, düşünceler... Okumasam da… Dursun
orada!
Bilge- Sarayınızın balkonunda gül yetiştiremezsiniz...
Hükümdar- Ne gam! Sen o eziyeti bana bırak.
Bilge- Düşüncelerinizin sorumluluğunu
taşıyabilecekseniz... Bu bir idam fermanı olarak kabul ediyorum.
İç
konuşma:
(Der ve çıkar bilge istenen
tarihinin kaydına tanık olmak için veya görüp göreceğini birkaç sözcüğe, tek cümleye sığdırabilmek için...
)
Sanat ve
edebiyatın, geniş bir kapsamda düşünerek, üretim ilişkilerinden yola çıkarak geliştiğine inanıyoruz. Balık tutarken,
tarlayı sürerken, tohumu atarken, odunu
keserken... Ürünün daha bereketli olması
için törenler düzenleyip; bu doğal süreci etkilemeye çalışırken... Danslar, büyüler yaparken insan geliştirmeye
başlamıştır sanatı veya oluşturmaya
başlamıştır bilmeden. İlkel insanın
belleğinde nesneler, varlıklar, olaylar zamanla nitelik değiştirirler. Varlığı
etkisinden dolayı unutulur. Ortaya koyduğudur artık aslolan, yani
simgelediği... Bolluktur yağmur, sıcakta serinlik. Sonra âşıklara romantizmdir. Korkudur kimi zaman. Sel, hastalık, felaket... Aynı doğal olayın değişik durumlardaki
konumunu izleyebiliriz bu örneklerle.
Sele uğramış
bir köyün büyücü - ozanı yağmurla ilgili bir türkü yaksa, onun yıkıcılığından, öldürücülüğünden,
açlık nedeni oluşundan söz
edecektir. Artık onun belleğinde ve düşleminde nitelik değiştirmiş, bir ağıta dönüşmüştür o. Sonra her
şey bitmiş bir türkü
kalmıştır geriye. Ve derken, belki de, zamanla ona törenlerle adaklar sunulan bir güç; hoşnut
edilmesi gereken... Su altında kalan ürün unutulur, boğulan insanlar unutulur, hastalıklar
unutulur, yağmur
unutulur, türküsü unutulur ve zaman zaman öfkelenen bir tanrı kalır geriye...
"Maorilerin
bir patates dansı vardır. Körpe ürünler doğu rüzgârlarından zarar görebileceği için, genç kızlar tarlalara gidip dans ederler, gövdeleriyle rüzgârın esişini, yağmurun
yağışını, bitkilerin büyüyüp yeşermesini öykünürler. Bir yandan da
türkü söyleyerek, ekinleri de kendilerine
uymaya çağırırlar. Gerçekleşmesini istedikleri
sonucu düşsel bir biçimde yerine getirirler. Bu asıl işin bir
tamamlayıcısı olan aldatıcı bir eylem, yani büyüdür.
Dansın patatesler üstünde doğrudan doğruya bir etkisi olmayabilir, ama
dansa katılan kızlar üstünde hiç de küçümsenmeyecek bir etkisi olabilir,
nitekim vardır da. Dansın patatesleri koruyacağı
inancıyla esinlenerek, daha büyük bir güven ve güçle tarlarına bakmaya
başlarlar. Böylelikle dansın ürünler üzerinde de bir etkisi görülür
sonunda. Dans, kızların gerçeklik karşısındaki öznel tutumlarını, dolaylı
olarak da gerçekliği değiştirmiş olur".
İşte bu
gerçekliğin zamanla sanatsal bir yapıya bürüneceği değişim sergüzeştindeki acı, küçümsenecek bir acı mıdır?
Dünyanın
tarihi bunlardan bağımsız mı? Resmi tarih bunları görmezden gelir. Gelse bile "yaşanmış"
bunları yoklar hanesine yazabilir mi? Peki bunun başka yolu var mı? Yani acı çekmeden geçebilecek
bir yaşam. Bilmem ki!
Devam edelim
o zaman.
“Kendilerini danslarının
coşturuculuğuna kaptıran aç, korkmuş ilkel
insanlar, doğa karşısındaki güçsüzlüklerini gerçek dünyanın, dış dünyanın bilincinden uzaklaşıp özledikleri dünyaya
bilinçaltına, düşlerindeki iç
dünyaya geçişlerini, ruh ve bedenlerinin katıldığı, yoğun bir sarhoşluk içinde
dile getiriyorlardı. İnsanüstü bir çabayla, yanılsamayı gerçekliğe dayatmaya çalışıyorlardı. Gerçi çabaları da boşa gitmiyordu.
Böylece, kendileriyle çevreleri arasındaki fiziksel çatışma çözülüyor,
denge sağlanmış oluyordu. Öyle ki,
gerçekliğe döndüklerinde, gerçeklikle eskisinden daha iyi baş edebilecek bir duruma gelmiş oluyorlardı."
İç
konuşma:
(Bilge, her
zamankinden de yorgun gelir saraya. Onu böyle görünce, belki ilk kez
bacaklarının titrediğini hisseder hükümdar. Bilgenin çektiği yüzüne yazılmışçasına bellidir.
Gösterdiği koltuğa
oturmasını ister. Bilge bunu duymamış, derin sulara bakıyormuş gibi dalmıştır boşluğa. Bir
zaman sessizlik olur. Hükümdar çekinir önce konuşmaya, sonra [anımsayarak
hükümdar olduğunu ve] iri bir yutkunmanın ardından, yine de çekinerek başlar konuşmaya)
Hükümdar- Yorgun
görüyorum seni.
Bilge- Değilim.
Aksine, hiç bu kadar dinç olmamıştım.
Hükümdar- Bedenin bunu söylemiyor, yüzün...
Bilge- Yanlış görüyorsunuz. Her şeyi yanlış
gördüğünüz gibi.
Hükümdar- Bir
araştırma istemiştim senden, bir isyan hazırlığı değil.
Bilge- Size de ancak böyle bir
yorumu yakıştırırdım efendim. Eğer başka türlü olsaydı yüreğimin çarpışını siz
de duyardınız.
Hükümdar- Cesaretin ölümün
kapısını çalıyor.
Bilge-İnsanın yanılmadığını görmesi ne güzel… Hükümdarım, buyruğunuzu yerine
getirmek için önceden izlediğim yolu tersinden geçtim, işliklerde
yattım, su altında kalmış
tarlaları gezdim. Köle
pazarlarında sonra, bir kadına tutuldum. Büyücü diye yaktılar sevdiğimi. Bir gün bir ozanla
tanıştım. Tüm kenti ona deli diyordu. Oysa yalnızca
ayın hiç görünmeyen yüzüne âşıktı. Cam işçileriyle aynalar, kadehler, boncuklar yaptım. Her renk
için ayrı ocaklar kurduk. Aynanın
ardındaki sır yollara düşürdü yeniden.
Aradan asırlar geçtiğine emindim kentin kapışma vardığımda, Avucumda şu kâğıt parçasıyla. Oysa ancak üç kez dönmüş dünya güneşin çevresinde.
Hükümdar- Nedir orada yazan?
İç
konuşma( Yine o Davudi ses):
Hükümdarın
artık titreyen ellerine bırakır elindeki kâğıdı. Ben bilmem orada ne yazdığını.
Lakin orada yazanı hükümdarın da okuduğunu, oradan da kendine insani bir mana
çıkardığını zannetmem...
Neticede
anlattığım bir hikâyedir. Ama şu son cümlelerde hikâye olamayan bir netice
vardır.
Evet, EMEK sanatı da besler.
Devamında şöyle der Tolstoy:
“Benim tarlam Tanrının toprağıydı. Nereyi sürdüysem orası
benim toprağımdı. Toprak herkesindi. Hiç kimsenin kendisinin olduğunu
söyleyemediği bir şeydi toprak. İnsanların kendilerinin olduğunu söyledikleri
tek şey emekti!”
Kaynak: G.
THOMSON, Tarih Öncesi Ege II / İnsanın Özü
Çeviren C. ÜSTER,
PAYEL İSTANBUL