23 Aralık 2015 Çarşamba

moon river


Ay nehri, bir milden geniş,
Bir gün bir şekilde sana rastlıyorum.
Ah, rüya kurucu, sen, kalp kırıcı,
Nereye gidersen git senin yolunda gidiyorum.
Ötede iki serseri, dünyayı görmek için
Görülecek çok fazla dünya var
Aynı gökkuşağının bitimiyiz biz
Kıvrımın etrafında bekleyen,
Yabanmersini arkadaşım,
Ay Nehri ve ben.


Müzik:
Henry Mancini
Sözler:
Johnny Mercer


15 Kasım 2015 Pazar

çeroki, küçük ağacın eğitimi

MASALIMI DUYACAKSIN

"Yakında burada olmayacağım,
Masalı duyacaksın
Kanımın arasından
İnsanlarımın arasından
Ve kartalın çığlığından
İçerideki canavar asla sakinleşmeyecek" *

Bu sözler, Yeni Dünyanın asıl sahiplerinin yaşadığı trajediye ses olan en masum satırları barındırıyor içinde. Toprağı dinle, doğayı dinle, ağaçları dinle; kendilerinin değerini bilmiş olan o insanlar için nasıl da çığlık çığlığa ağıt yaktığını duyacaksın. Elbette, ortada dinleyecek bir ağaç, yaşayan bir toprak, seninle konuşacak bir doğa bulabilirsen.
"Ufuk çizgisinde ilerliyorum
Gözyaşı yolunu takip ediyorum"*

Kaç çocuk annesini kaybetti senin hırsının gölgesinde? Kaç adam eşini kaybetti, kaç ev babasız kaldı senin dönmüş gözünü doyurmak için? Kaç tane ağıt yakıldı kayıpların arkasından, kaç can aldın bir karış toprak için? Kaç insanın yurduna gözünü diktin, gideceğin yerin bir karış topraktan büyük olmayacağını bildiğin halde? Üzüldün mü? Sıcak evine döndüğünde bakabildin mi çocuklarının yüzlerine, öpebildin mi annenin babanın elini?
"Beyaz adam geldi
Kutsal toprakları gördü
Biz önemsedik, siz aldınız
Siz savaştınız, biz kaybettik
Savaş değil aslında, adil olmayan bir dövüş
Manzara kanla güzelce boyandı"*

80 dakikada bir milleti yok edecek kadar geliştirdiğin soğukkanlı teknolojin, vicdanını rahatlatmıştır umarım. Umarım ölmemişsindir beyaz adam, ölüm sana ancak bir mükafat olabilir. Düşün beyaz adam, tek bildiği doğayı, Gidişat'ı, insanları sevmek olan altı yaşındaki bir çocuğu kırbaçlayacak kadar ne yaşamış olabilirsin? Sırf senin ahlak kuralların çerçevesinde doğup yetişmedi diye bir çocuğa piç diyecek kadar yüreğini nefretle dolduran ne? 
Peki sen, çocuk; bedeninde belki de kapanmayacak yaralar açan bu insanları, seni ait olduğun yerden ayıran bu insanları bile sevecek kadar büyük bir yüreğe nasıl sahip oldun? Altı yaşındayken nasıl olur da yaşının belki de on misli yaşta olan bir adamdan daha büyük bir yüreğe sahip oldun?

(Küçük Ağacın Eğitimi'ne dair)

Nazlıcan Özkut

15 Ekim 2015 Perşembe

Sürgünde Bir Kovboy

Azıcık Tanıtım, Azıcık Eleştiri Yazısı


Sözcükler, yazarının eline düşünce, onun kurgulayabileceği dünyanın tek sınırı vardır: düş gücü. Bu düş gücü kimi yazarlar için sınırı çizilemez bir hal almaz mı? Bilim insanlarının, din adamlarının, -onlara da bir gün cinsiyetçi tavrı reddedip din insanları diyebilecek miyiz- hatta politikacıların mesnetsiz zırvalamalarının bile “görülebilen ufukları,” yazar tarafından alaşağı edilir. Yazar, teması olarak seçtiği insanı, doğayı, dünyayı ya da ruhu öylesi bir tasvir ile “görülebilen ufukların” arkasına taşır ki; sınırlamacılar, düşünce korkakları, sansürcüler apışıp kalırlar. Öylesi kitaplardan birini okudum geçenlerde. Yazmaya çalışacaktım, aldığım notlar vardı, erteledim. Kitaba, sözcüklere ve yazarlara dair yukarıdaki açıklamayı yapıyorum çünkü, kestirmeden büyülü gerçeklik deyip de güdükleştirmeme niyetindeyim. Okutana, vesile olana bir müteşekkir olma halim var oradan devam edeyim. Kitabı, olasıdır; kitabevi raflarında bulmak güç. Azimli okur için kaynak iyi bir sahaf ya da kitap armağan etmeyi becerebilen duyarlı bir dost olabilir.

Sürgünde Bir Kovboy, bu girizgahın objesidir.

Kitap Türkçe’ye çevrilirken, orijinalindeki dilin kullanımına ne kadar özen gösterilmiş bunu çözebilmem, ne yazık ki; Fransızca bilmediğim için mümkünatsızdı; ama Türkçesi, başından sonuna inandırıcılığı ve konuyla örtüşmesi bakımından gayet kabul edilebilir nitelikte. Bunu niçin sorguluyorum? Zira, bütün ailesi bir gaddar tarafından katledilen kahramanın masumiyete, saflığa bu denli sarılabilmesine inanmak için, nevi şahsına münhasır bir yazar diline gereksinim var. Yine, konuşma yeteneği olan bir atla, - Lola’ya bir daha at demeyeceğim- öyküyü baştan sona inandırıcı ve diri tutmak için de o dil gerekli. Çeviri o denli başarılı ki; “hadi canım,” demeden kitabın içinde kalmamızı sağlıyor. Çevirmen güçlü bir övgüyü hak ediyor.

Sürgünde Bir Kovboy’a gelirsek; yaşadığımız dünya, çıkarcıların, katillerin düzenbazların kurguladığı bir eksende dönerken içinde gerçekten bir insan olarak kalabilmeyi başarmak olası mıdır? Soruyor. Lola’nın bile öfkeye, intikam duygusuna kapıldığı bir hengamede saflığı, insanlığı savunmak ve bu düsturun arkasında durmak ne kadar gerçekçi olabilir? Kitabı okurken, başından sonuna kadar; adalet denilen ama aslında öç alma duygusuyla beklemeyi sürdürüyoruz. Bugünlerin giydirilmiş halet-i ruhiyesine tutulmuşuz, unutmayalım. Yazarın her sayfada bizi, sıradan insanları tatmin edecek o “öç anını” yazacağını umut ederek geçiriyoruz okuma dakikalarımızı. Postmodernizmin felsefi yapısının oluşma başlangıcında yazılan romanı okurken, günümüz değerleriyle olayları sorgulamaya başlıyor ve o öç tatminini bir türlü elde edemiyoruz. Neyse ki; romanın işlediği insan ruhunun çözümlemeleri konusu, uzak bir diyarda, uzak bir zamanda ve kovboyların var olduğu bir dönemde geçiyor. Rahatlıyoruz. Nasılsa bugünün imkansızlaştırdığı bir durumu anlatmıyormuş...

Bir antichrist olarak romanda vücut bulan Boone’a, şimdiki dünyada ulaşmak ve onu Sam’e öldürterek adaleti tecelli ettirmek en iyisi, öyle olmalı. Ama yazarda hiç de öyle bir çaba yok. Vuruyor kahramanı Sam ve Lola’yı çöllere ve bir cennet arayış serüveninde, inanılmaz dostlukların kurulabileceğini bize anlatmaya yelteniyor. Dedim ya; bunu İkinci Dünya Savaşı’na kadarki ya /ya da belki de bir travmayla irkilen savaş sonrası dünyaya anlatmak nispeten kolay olabilirdi. Yazarda 1969’da okuyucuya sunmuş. Şimdi, şu an varolduğumuz dünyada ise o yargıların geçerliliği ise hayli tartışmalı.

Yazarın bir Fransız olduğunu söyler ve Sam ile Lola’nın (kovboy ve atı) öyküsünün, onun için çok uzak bir kültürden dem vurmak olduğunu ifade edersem, halihazırda şu kalıplaşmış yan unsurlara da sizi hazırlamış olurum: Çöl var, soğuk var, silah var, pusu var, öç var... Ama buralara takılı kalmamak gerekiyor. Bu klişeler, aslında tıpkı bir kovboy filmi izlerken insana dair ruh çözümlemeleri yapan yönetmen senarist ikilisinin yarattığı denkleme benziyor. Ben öyle benzetiyorum. Anlattıklarımdan; yeni bir “Küçük Prens” fenomeni çıkarmak olasıdır. Bir erişkin, bir felsefe kitabı mı yoksa bir çocuk kitabı mı? Buna söyleyebilecek sözüm: Hemen hemen odur.

Kanımca, Sürgünde Bir Kovboy’un yazarı Jean Yvane, çeyrek asır sonra Antoine de Saint-Exupery’i mezarında ziyaret etmiş. Çok da ruhuna uygun bir ziyaret olmuş bu öykücük.

Fransızların düşün dünyasında yeri zaten hep ayrıcalıklı olmuştur.


Sürgünde Bir Kovboy – Jean Yvane / Çev. Mehmet Keskinoğlu (Telos – 1996, 124Sf.)

3 Eylül 2015 Perşembe

ve sahne

Ve sahneye gerçekler çıkar..

"yaşamın süremleri aksın kendi dilince"

Sözcükler...
ne çok anlam ifade ediyor insana.
Yaşamdaki her şey, bize gerçekliği fısıldıyor adeta:
"Sen hiçbir şeyi değiştiremezsin.. Hele ki beni asla! Sadece yaptıkların bende gizli kalır.
Sen bile ne yaptığını bilemezsin.. Sen kendini, bir şeyleri değiştirdim diye aldatabilirsin.. ama şunu bil ki aslında hiçbir şey değişmemiştir.
Ve her şey benim dilimde akmaya devam ediyordur. Yani bırak; her şey kendi dilince aksın şu dünyada.
Çünkü; hiçbir şeyi değiştiremeyeceksen, çabalamanın anlamı var mıdır sence şu aciz dünyanda?"

Hakan Savlı
Gizli- Sevginin Süremleri: 11/ Morning (Departure of the Boats)
Sözcükler Yayınları

*
Anonim bir söz...

Beni hep uçurumun kıyısına getiren, dostlarım oldu.
Sonrası mı?
İttiler işte..

Onur Köse

14 Temmuz 2015 Salı

Pluton


Küçük bir kız bulmuş Pluton'un adını.
Yıllar sonra akşama karışıyordu kuzey treni.
Yıldızlı bir akşamdı, tüneldeydik.
Öksürüyordu kesik kesik.
Kahve makinasının yanında iki adam vardı
birisi yağmura doğru
hiçbir yere öteki
Onu ben buldum, dedi adam,
Ortaamerika'da bir çiftlik evinde
gençtim, saatlerce fotoğrafını çekerdim göğün
karşılaştırarak gezegenleri.
Sonra sen geldin
taşıyarak küçükkızın kalbini
kadifeye sarılı bir mücevher gibi
ve sordun, hiç unutmam
hangisi daha değerli

Memet Baydur'a 
1999
Hakan Savlı

10 Temmuz 2015 Cuma

yerler ve...

 Zaman geçtikçe unutulur birçok şey. Hayat yaşanmışlıkları ve yaşanacakları silmeye devam eder. Verilen sözler de öyle olur bazen. Unutulur ve tekrar unutulur. Isteyin ya da istemeyin. Unutulur.

"Verdiğimiz sözler bile... solar... doğar... ve solar." 

  Ama yerler bizi uçsuz bucaksız boşluktan alıp götürür. Bize yaşanmışlıkları anlatır, gözümüzde canlandırır, o anı tekrar yaşatır ve o anı tekrar hissettirir. Bu yüzden kurtarıcımızdır yerler. Bize eski bizi hatırlatır, yaşanmışlıklardan ders almamızı ve mutlu olmamızı sağlar. Belki de üzmeyi ama olması gereken de budur. 

"Uzaklardan seslenir dururlar bize..." 
Anılarımızı canlı tutan o yerler.


Hakan SAVLI "Yerler", Gizli'den
Sözcükler Yayınları
2015 1.Baskı Istanbul

Süher Günaydın

16 Haziran 2015 Salı

borgesvari bir futbol hatırası

O hafta belki futbol tarihimizin en uzun haftası olmuştu. Bu, bir tedirginliğin tezahürü olan uzunluktu ve tabi ki izafi bir haldi. Gitti giderdi şampiyonluk, sıkıntı buydu. Pazar olacak ve şampiyonluk için en küçük bir umut bile heba edilmeyecekti. Öyleydi de, biz o umut kırıntısını nereden ve nasıl bulacaktık? Sonuçta bir umut aramak için de o haftanın geçmesi ve Pazarın gelmesi gerekiyordu. Ama zaman geçmiyordu, bir yerde alıkonmuştu. Durmuştu, hatta yok olmuştu.
Dünyanın en uzun gecesi bir günü diğerine bağlayamıyordu. Bir derin uyku halindeydi evren veya bize öyle geliyordu.
Bunca eziyet yetmezmiş gibi Azmi, telefonda arıyor 16.45’ten 24 saat önce “yarın bu saatlerde...” diyordu, kahkahası telefonda değil tüm kentte yankılanıyordu. Evet, yarın bu saatler… O kahkaha büyüyor, evriliyor, kara deliğin kendisi oluyor ve her şey orada kayboluyordu…
Umut denen şey bize ne kadar uzaktı; yine bir şampiyonluk, konfetiler, son tezahürat… Uzaktı, ovanın sarı sıcak ıssızlığında kayboluyordu her şey. Ah umut…
“Kaf dağını aşacaksın, üç haftada aşacaksın, kim bilir hangi noktadan kıracaksın buzu, nasıl bulacaksın nerede olduğu hatta varlığı bile meçhul o kılavuzu."
Üstelik o an bizim hedefe ulaşmamız da yetmiyordu mutlu sona. Felek, bir başka yerden de gülmeliydi bize.
Sonra her şey birden akmaya başladı. Bin yıldır indirmeyen yağmur şimdi yeşertmişti çölü. Portakal çiçeği kokusu sarmıştı şehri. Rüyalarımızdaki peri kızı görünmüştü. Belki bir “sihirle” aydınlanmıştı kâinat.

http://www.ballardian.com/images/lord_borges.jpg

Borges, hala görebiliyor olsaydı ve maçı(ın o anını) izleseydi şöyle hikâye ederdi:
“Tüm Pagan Tanrıları oradaydı. Odin de gelmişti. Ana kıta Anadolu’nun ve Kilikya’nın en ihtişamlı töreniydi. Birazdan biri gülecek diğeri ağlayacaktı, ben böyle bir an’a şahit olmak istemezdim ya…
Bu öbür yüzü olmayan bir madalyondu. Ve olmayan yüzü göğe doğru düşünce hiç görünmeyecek, asla bulunamayacaktı. –Ki onu Kutsal Kâse Şövalyelerinden eski Babil krallarına kadar her bir maceraperest, hiç bulamayacağını bile bile, ölümüne aramıştı. Çünkü aramak amaç olmuştu…-
Ah, Alef’i yazmamış olsaydım şimdi daha derinlikli anlatırdım onu.
Aynı sayfasını bir daha hiçbir zaman bulamadığım o “Kum Kitabı”o anda somutlaşmıştı. Tekrarı olmayan anlar, tüm hayatımızın kaderini çizer ve biz onları bir daha bulamayız. Böyle bir şeydi.
Her şey o Pagan şöleninde yaşanırken kendi zamanında, ‘Kaptan’ topa vurduğunda sanki Kral Arthur, Exsalibur ile göğü yardı ve evrende başka bir boyut açıldı. Orada Alef turuncu bir ışıktı. Ben aslında o an kör olmuştum. Mutluydum bile, çünkü yerle güneş arasında ben göreceğimi zaten görmüştüm. O meşin gülle kalenin surlarını yıktığında, bu hikâyeyi ben çoktan yazmıştım.”
Derken biz, en zor geçitleri aşmış, turuncu bir günbatımında atımızı yen bir maceraya doğru sürmeye başlamıştık.

Not: Bakınız; J. L. Borges’in ” Kum Kitabı, Alef, Kurs” adlı hikâyeleri. İletişim Yayınlarından…

4 Haziran 2015 Perşembe

Turuncu, Hakan Savlı

Evvel zaman içinde zenci bir kadın aşkı öğretmiş şaire, şakalar, oyunlar, öpücükler ve aşk ile.

“ Loş bir odada biraz şaka biraz oyun... Öpücükler
Ve biraz
Aşk la. ”

Aşk garip şeymiş, kimsenin duymadığı ve bilmediği bir müziği dinlemekmiş.

“ Onun kalbiyle uyanmayı
İskenderun yağmurlarını
İki yalnız insanın sevişmesini
Çingene çadırlarından tüten dumanı ”

Gençmiş şair, şiiri sözcükler sanmış. Sonra anlamış şairin bir yapboz ustası, parçaları birleştiren olduğunu.

“ Gençtim... Sözcüklerdi şiir
Oysa şair parçaları birleştirenmiş ”

İnsanoğlunun çevirdiği her türlü entrika: ayrılıklar, suçlar, suçsuzluklar... Hepsi yok olmaya mahkummuş, ki yok olmuşlar da zaten.

“ Uçsuzluklar, suçsuzluklar, ayrılıklar iç içe
Dalga dalga olmuş... Yokoluşa karışmış ”

Gençmiş, deneyimsizmiş, çaylakmış şair, her şey tekdüze görünürmüş. Her şeyin tek bir rengi varmış: turuncu.

“ Boşluklar, artıklar, ışıltılar turuncu ”

Aşk bitip, sevdiğin gidince duyamaz olurmuşsun o kimsenin bilmediği müziği, bir bakmışsın sen de kimse olmuşsun. Sessizliği anlamaya, anlamlandırmaya çalışırmışsın, kendi kendine binbir yol üreterek.

“ Sessizliği anlamanın binbir yolu var
Göğe uçup gitmişse sevdiğin
Bir ilk yaz akşamı denizkıyısında uyu ”

Aşk güzeldi, sen üşürken siyah tenli bir kadın ruhunu ısıtacak aşk şarkıları söylemiş, aşkı öğretmişti sana. Çünkü bir kadın kalbiyle soluk alır, kalbiyle yaşardı. Sen üşürken ve soluk almak için ısınmaya ihtiyaç duyarken, o soluk almak için sadece kalbine ihtiyaç duyar.

“ Çünkü bir kadın kalbiyle soluk alır... ”

Çünkü kadın kutsaldı, sende bıraktığı en ufak bir lekeyi bile Tanrı onaylardı: O, benim.

“ Çünkü bir kadının sana bıraktığı lekelere Tanrı

Parmakizlerini sessizce saçar ”

Çünkü kadın gittiğinde ve gölgesi sona erdiğinde başlarmış acı. Acı gittiğindeyse tek bir renk kalırmış: turuncu.

“Çünkü incecik kara bir kız kaybolduktan sonra yağmurun

İçinde dolaşan gölge oyunu

Ve acının ardından o gelir... Turuncu... ”

Her şey birbirine karışmışken ve hayat akışında devam ederken umudunu kaybetmemiş, çünkü kavuşmanın binlerce yolu varmış. Acı,buruk veya çılgınca. Umut tohumunu ekermiş aşk, çünkü çaresizlik sadece aşkla aşılırmış.

“ Kimi buruk, kimi toprak, kimi çılgınca
Çünkü çaresizlik aşkla aşılır... Sadece aşkla... ”

Nazlıcan Özkut

Hakan Savlı, “Turuncu”, Gizli’den
Sözcükler Yayınları, Mayıs 2015,İstanbul

29 Mayıs 2015 Cuma

bir ağıt gibi

Dikildim Karşısına
                                             
“yağmurlar arkasında bir sabah vakti
Seni gömdüler, çok silahsızdım.”


                        Çok Silahsız/Hakan Savlı

Yetişemedim, o kadar uzun değildi kollarım. Gücüm de yetmedi engel olmaya. Çaresizdim ölüm karşısında, silahsızdım.
Çok severdim yağmurları. Şimdi dalga geçiyor benimle hayat. Sevdiklerimden de nefret ettirmeye çalışıyor sanki. “Neden benimle uğraşırsın ki!” dedim. Usulca aldı beni kollarının arasına, uyuşturdu sanki her tarafımı. “Alışacaksın.” dedi. “ Sen de alışacaksın. Sadece arada bir fısıldayacağım sana, unutmamalısın ne de olsa...”
Söylediklerinden sonra sırıttı hayat. Filmlerdeki kötü karakterlermişçesine...

H. Elif Akmeşe

19 Mayıs 2015 Salı

bir şiirden bir hayata

"İki şişe sütle dönüyorum yanına
Cebindeki çikolata erimeden küçükkız

Kar sokakları bürümeden.

Kapı zilinin ardında sesin
Ben, bu hatalı mamül
İlk kez mutlu, küçükkız

Kuş sıkıştı cama,
Onu kurtardım ama
İlk gören sendin

Kar kuşların sesini
Emer ve ilkyaz yapar

Sütdişleri uykuna dokunurlar ve

İki şişe sütle dönüyorum yanına
Ve bir bebek şampuanı, küçükkız."
__________________
Hakan Savlı-Süt
Bütün Şiirleri
Gizli
Sözcükler Yayınları
Mayıs 2015
__________________

De ki...

Süt ve çikolata. Bir sevdaya dahil iki yabancı. Çocuğun aklındaki tek mutluluk bu. Adamın aklındaki tek mutluluk küçükkızın sesi. Kuşları sever küçükkız ve sevilen kuş sıkışır bir cama. Kuşun aklındaki tek mutluluk uçmak kurşun göklere. Adam kurtardı kuşu ve aşık oldu kuş adama. Yeni bir sevda daha başladı,yabancı. Kuş bağırdı aşkını ama umudu yok. Beyaz bir kar susturdu sevda kuşunu. Karın aklındaki tek mutluluk güneşin yalnızlığı.
Kış bitti, aşk bitti.
Adamın aklında hala küçükkız. Küçükkızın aklında hala kayıp kuş
Ve kuşun aklında sadece bir hiçlik kaldı.

Nazlıcan Akkaya

12 Mayıs 2015 Salı

Edebiyat yasaklansa ne olur?

Yarın Türkiye’de fırıncılar çalışmasa milyonlarca insan aç kalırdı. Yarın otobüs sürücüleri grev yapsa on binlerce insan gitmek istedikleri yerlere gidemezdi. Yarın sağlık çalışanları işlerini bıraksa, yüz binlerce insan sağlık hizmeti alamaz, ciddi hastalığı olan hastaların yaşamı tehlikeye girerdi. Bütün bu aksaklıklar “hemen” olurdu.
Peki yarın edebiyat yasaklansa ne değişir? Artık roman, öykü ya da şiir yazılmasa bugünden yarına ne kaybederiz?
Gözle görünür bir kaybımız olmaz. Edebiyat yasaklandığında ne aç kalırız, ne de buna benzer bir mağdurluğumuz olur. Çoğu insanın yaşamında edebiyat zaten yoktur, hiç
olmamıştır.
Bir diğer insan grubu ise edebiyat diye “pop edebiyat” olarak isimlendirilebilecek kitapları bilir. Yılda okunan üç-beş kitap Dan Brown, Adam Fawer, Grinin Elli Tonu gibi çok satanlar ya da kişisel gelişim türü kitaplardır. Bu okur tipi yaşamında hemen hiçbir edebi eser okumamıştır. Bu gruptaki okur için kitapları değerlendirme ölçütü “hoşlanma” ya da “hoşlanmama”dan ibarettir. Bir roman kolay okunuyor veya sürükleyici ise “iyi”dir.
Hiç kitap okumayan ilk gruptan bir farkları yoktur; sadece edebiyatla ilgilendiklerini, roman okuduklarını zannederler. Estetik bilincin şekillenmesi bakımından edebiyatın yasaklanmasının bu iki insan grubu üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktır.
Bir roman, bugünden yarına insanın hiçbir şeyini değiştirmese de uzun vadede insana karışır ve dünya algısını açıkça şekillendirir. İnsan duyarlılığını yontmakta, ruhunu şekillendirmekte sanat ve edebiyattan daha etkili bir yöntem yoktur. 
Edebiyat yasaklansa sen hep eksik kalırdın. Boş bir kağıt misali. Ama kimsenin kalemi yoktu. 

Damla Ünlü

3 Mayıs 2015 Pazar

unutup

Sorun şu ki:
İnsanlar artık bir kalbe sahip olduklarını unuttular.
Ben de unutsam...
Kaybolsam aralarında
Sonra gözyaşlarımda boğulsam
Çünkü fotoğraflarda kaldı gülüşlerim
Ve çok uzaklarda şimdi sevdiklerim
Ben de diyorum unutup kalbimi
Sana katılabilir miyim?

Damla Ünlü

24 Nisan 2015 Cuma

kitap yakıyorlar / Bertolt Brecht

Buyurunca Hitler Hazretleri
Zararlı fikirlerle dolu kitapların yakılmasını
Halkın önünde, alanlarda
Öküzler odun yığınlarına araba araba kitap taşıdı
Gözden düşmüş şairlerden biri
Hem de en iyilerinden biri
Şöyle bir göz gezdirdi yakılacak listesine
Gitti aklı başından
Unutulmuştu kendi adı
Hemen seğirtti çalışma odasına
Sanki öfkesinden kanatlanmıştı
O saat bir mektup karaladı zorbalara
Benimkileri de yakın, dedi, benimkileri de
Yapamazsınız bana bu kötülüğü
Kenarda bırakamazsınız beni
Ben de hep gerçeği söylemedim mi kitaplarımda
Neden davranırsınız bana yalancıymışım gibi
Yakın benimkileri de

Bertolt Brecht

23 Nisan 2015 Perşembe

kardeşim ve ben

Biz çocukken akşamlara kadar oyunlar oynar, oyunla doyardık. 
Annemiz yemeğe çağırdığında “Biz tokuz. Oyun oynadıktan sonra doyuyoruz!” derdik. 
Caddeye bakan bir apartmanda oturuyorduk. 
Anasınıfı yaşlarındaydık daha. 
Birlikte oynar, yediklerimizi birlikte yerdik. 
Sıkı ahbaptık, birbirimizden sakladığımız hiçbir şey yoktu. 
Yaptığımız yaramazlıklar bile beraberdi. 
Ne var ki birbirimizden başka arkadaşımız yoktu. 
Kardeşten başka bir arkadaş nasıl olur bilmiyorduk. 
Tüm günümüz evin içinde ve balkonda geçerdi. 
Apartman ve şehir hayatı bu konuda bitirmişti bizi. 
Ben okula başladığımda çok zor arkadaş edinmiştim. 
Çünkü bilmiyordum bir arkadaşlık nasıl başlar ve sürdürülür. 
O zamana kadar günlerim kardeşimle beraber kurduğumuz dünyalarda geçerdi. 
Ah, bu apartman hayatı! 
Ah, bu betonlar! 
Bizleri asosyal hayata sürüklemişti. 
Biz o zorluğu aştık da ya diğerleri? 
Diğer çocuklar da mı bizim kadar şanslıydı?

Bahsettiğim zamandan tamı tamına on yıl sonrasındayım. Küçük kardeşimi parka götürmüştüm. Orada, bahsettiğim küçük yaşlarımda beş altı kız gördüm. Hep beraber evcilik oynuyorlardı. Çok mutlu görünüyorlardı ama ben onların nasıl hissettiklerini, o duygunun nasıl bir duygu olduğunu asla bilemeyeceğim. 

H. E. Akmeşe

17 Nisan 2015 Cuma

karga sözü

Ataol Behramoğlu 
"aşk iki kişiliktir" derken de 
yanılmakla 
meşguldü.

10 Nisan 2015 Cuma

Roy Keane: Arsenal ve Chelsea Bohçacılık Yapıyor


Eski olmanın çoğu kez tüfeği sayılır
Bohçadan tüfek çıkar biri
Görünüşe göre buluntu biri, gözüğü pek

Sahur sakinleri davul gibi bohçacıdır kardeşim
Evin durumunu kaldırır oynarlar
Zekiye kızı kristina da eh işte
Eh hakkıyla devlete gitti yani vursun mu?

Sen ne biçim muhtarlar hakkında bi insansın
Camiye dalanyok bir kavram gibi
Ha olsun sana bohçacı vuran insan
Hor gülme bohçacıları leblebici horhor değiller en azından
Ha onlar belki de bir dükkan açıyorlar bir çantaya
Bugün bismillah tv açılıyor, daha bismillah demedik.
Komutla açılanını gördüydük hoş ama
İşte her yerde bohçacı kötüleniyor.
Evkur diye emir geliyor büyük yerden
büyük bi yer olarak.
Kimseden araba kiralamayın abi.
Benim liderimin takozsuz bi duruşu var bu noktada.

Evden eve taşıma çok karıştırdı bu ülkeyi
Kıptiler mi evet bahis ters tarafa
Ezilme kartı bari ver ben kaybı daha modern bir cüzdan arıyorum
Altın dişlerimi terazide görü görü
Kelle paça daldım çorbaya sevgilim

bugün çocuğu okula götürme bohçacıya verelim.

ipek mecit

9 Nisan 2015 Perşembe

albino karga

Nedensiz ve nereden geldiği belirsiz bir hiç var içimde.

Sanki uzun zamandır yaşananlar üzerime çökmüş ve ağırlığının altında hiç mi hiç şansım yok.

Benim ondan başka kimsem yoktu, oysa o sadece beni sevemiyordu.

Gökyüzünü severdi, güneşi, kuşları, denizin kokusunu, yağmurun sesini, kadınları, güneşli havaları

Kalbi ben gelene kadar dolmuştu.
Erken gelebilseydim eğer belki de severdi beni sınırsızca.

Ben karanlığın içinde albino bir Kargaydım.
Oysa o siyahların en koyusuydu.



Nazlıcan Akkaya

7 Nisan 2015 Salı

yaşanmış zen hikayeleri III / İpek Mecit

19.

Vapurumu vermiyorum diye bağıran kalabalığı gördü. Genci, yaşlısı, kadını, çocuğu ve vapuruyla gelmişlerdi. Vapur tüm olan bitenden habersiz, güvertesinde yatıyordu. Antalyalı biri var mı? Antalyalı ben yokum dedi zen ustası. Kalabalığın biraz içinden illaki biri çıktı, kravatını yıkadı, ütüledi. Bağırdıkça büyüyen kalabalığa doğru adam kravatını konuşturuyordu. Pamuktan, ketenden anlatıyordu. Öyle tarlalar anlatıyordu ki, bir ucundan diğer ucunu, geceleyin düşmesin diye ağacın altına sıkıştırmış öylece yatıyordu vapur. Soğan-ekmek yiyen bir tarla faresi kadar mutluydu. Varsın en güzel yemeğin kokusu en kötü komşudan gelsin. Seni balkondan attırmak için imza toplayan bir teyze vardır her zaman. Herkesin bir imzası vardır. Ev sahipleri, depremi öküz boynuzuyla yapıyor zannediyo, o yüzden pastaneden saman değil ekler alıyorlar. Kiracının çocuğu, bodruma saklanan siyah köpeği arıyor, kuru boyaları bitmek üzereymiş. Böyle renkler söyleme çocuk, yakalarlar seni. Ben de onlara kafa atarım. Atamazsın, onların kafalarında seninkinden daha siyah bir köpek var dedi zen ustası.

20 .
Selinay, on milyonluk çağla aldı seyyar satıcıdan. Normalde bu paraya bu kadar çağla gelmez. Polis, sizden kontör istemez. Polis, sizden, sağlık, mutluluk, para ve aşk getirmesini ister. Seyyar satıcı, para üstünü istedi vermek. Kelimeleri niçin yutarlar biliyor musun? Uzayda değil, evimizde yaşıyorlar. Kentin seslerini kayıt altına alma merakı bazen hoş olmayan sonuçlar doğuruyor. Bir at arabası atı, çingenesine la havle çekerken, beşinci kattan sapsarı dolmuşların camına doğru fırlayan şeftali çekirdeklerinin patlaması, ışığı ilk sönen evden çıt çıkmayan sesin, birilerini uyandırmak isterken aynı anda birileri iyice uyusun diye bağırılan insan seslerine, daha yan masada rihanna getirilmeye çalışılırken üç çeşit yemek sekiz milyondu ne güzel seslerine karışması gibi. Bin yıl sonra birinin eline geçtiğinde, vapur da her şeyi tek tek ötmüş bir güzel. Sizin de dolabınızdan sürekli bir şeyler çalınıyorsa, soba alegorisinde mandalina kabuğunun, ayça da contemporary ece de contemporary gibi bir denkleşime tekabül ettiğini düşünürsünüz. Çingene dedi ki, adamlar peşindeyse benim adımı ver. At arabası atı da bilemiyorum dedi.

21.
Hayrete düçar olan, bir daire çizer. Kalabalık, okulların ve camilerin çeşmelerinden su içmeye gitti. Güvertesinden gururla atlayan vapur, renkli tebeşirlerle çizdiği etrafının içinde huzura kavuştu. Zen ustası ve Selinay, bir bankta on milyonluk çağlayı bitiremediler. Bu hayatta bazen itfaiyeyi, jandarmayı, bilinmeyen numaraları ve zabıtayı ararız. Zabıtayı ararız ki koşuşturma olsun. Zen ustası, parktan öylesine geçen simsiyah bir köpekle yere bir daire çizdi. Bostan sahibi, ille de tutturduğu cevizlerini arıyordu. Dairenin içine de baktı, bulamadı. Ustayla göz göze geldi, orada da bulamadı. Bezik oynayan kadınlar geçiyordu yoldan, onlara sordu. Antalyalı onlar da yoktu. Japonya'dan gelen go oyunu kadınların başına toplandı. Eliniz nasıl? Herkes, hırsızlıktan eline baktı. Herkes, elinde ağır bir sineğin tuzsuzluğunu gördü. Kiracının çocuğu, bir bardak soğuk suya dört küp şeker atarak karıştırdı. Yazın neşesi olarak.


ipek mecit

5 Nisan 2015 Pazar

vikingsahaf


                                     

                                     

2 Nisan 2015 Perşembe

yaşanmış zen hikayeleri II / İpek Mecit

Zen Ustası Şöyle Bir Baktı


9.
Buralarda bir camcı yaşıyormuş? Mahiyetinde bir soruyla burun buruna geldi. Beklediğinden daha zor bir soruydu. Zaman kazanmak için burnunu filan çekti. Tam 2 saniye bravo, dedi kendi kendine. Zaten insanoğlu, düşündüklerini kimse duymasın diye sık sık burun çeker, hayal ettiklerini kimse görmesin diye gözlerini kısar ve.
Camcılar da yaşıyor be evlat dedi; biraz sitem, biraz da t harfinden türeyen tükürükle. Her yerde cam var şimdi. Etrafına bir bak. Şu göğe ip gibi sarkan ofis binaları, sen de onlardan birinde yaşıyorsun belli, şu göğe ip atlar gibi atlayan ofis binalarına bir bak, koskoca ve kapı kadar develer saçını düzeltiyor bakıp bakıp, yenilir yıkılır şeyler mi bu ofisler Allahaşkına, insanları kesiyorlar içerde, kimse göremesin diye camdan yapıyorlar bu ofisleri. Sonra bi çocuk taş attı, hop, oldu sana cam kırığı şiirler. Bu dünya kurulurken, mezopotamya takır takır döşenirken, tahta çiviler öküz arabalarına fakirler gibi doluşurken, arş-ı âlânın tam karşısına Babil dikilirken sana sormadılar beyamca, sana bu yapı marketleri miras bıraktılar, bir de silikon tabancası tabii ki.


10.
Selinay, bir kez daha iş başvurusuydu. Yabancı dil, tecrübe, sağlıklı iletişim ve eli ayağı düzgündü. Selinay, bir sandalyeydi.
Ustanın bahçedeki ağacı çimentodan yemeye başlayınca, onu kesip Selinay'ı yapmıştı. Selinay da o gün, ordu milletten biraz daha erken uyanıp iş dünyasının fizik kanunlarına uygun olarak saçını başını şekil yapmıştı. Jöle denince akla gelen bir adam ürkekliğinde merdivenleri indi. Asansörle taşınan eşyalar gördü, taşınan insanların. Güneşe ve suya doğru kımıldayanların, dokununca küsenlerin, küçük, sessiz hareketleri, büyük koşuşturmanın lastik tabanlarına sinen renk ve haftasonu olunca bütün kirlilerin aynı makinada toplanması. Hediye edilebilir bir insan olmak -tanrının anne babaya bir armağanı olmak dışında elbette- işe alınmanın ilk şartıydı. Bazı insanlar di lü lüt diyerek turnikelerden geçerken, bazıları di dot diyerek geçemiyordu. Herkesin bildiği, ama herkesin söyleyemediği bir parola gibiydi böylesi hayatın sırrı. Asgari kalori miktarı yaklaşımıyla çizilen il sınırları ve ülke sınırları vardı. Diyet listeleri vardı. Kahvaltı İzmir gibi, akşam yemeği Bayburt gibi olmalıydı. Selinay, buralarda yaşayan bir camcının önünde bekledi, bekledi.

11.
6,5 milyar büyüklüğünde bir insan, ölülerinden yarattığı eşsiz kompozisyonu gururla sergiledi, herkes de gördü. Artık bilgisayarınızı güvenle kapatabilirsiniz.

12 .
Taksiciye adres sormak ne kadar ayıpsa, Selinay, buralarda yaşayan bir camcının önünde o kadar bekledi. Lastik yuvarlayarak araba oynayan Zen ustası, kararmış ellerini kararlılıkla uzattı Selinay'a. O kadar uzaktan uzattı ki, İngiltere'de Hintçe bir kelime.

13 .


14 . 
Kara kuru kuş, paketle sigara alıp tek tek satıyordu. Apartman alıp daire satıyordu. Kitap okuyup şiir satıyordu. İnsan gibi yaşıyor, böbrek gibi para ediyordu. Dolmuş olarak gidiyor, koltuk olarak duruyordu.

15 .
Hükümet numaraları artarak ilerlemeye başladığında her şey çok geçti. Zen ustası, derin bir nefesle bütün cevizlerini topladı, o hayalindeki memleketi, onu hep çeken bilmediği bişeylerle dolu ancak ayakkabılarının bir türlü gitmek istemediği ülkeyi kimse görmesin diye, gözlerini, çuvalın en köşesine, cevizlerin en altına, karanlığın en güzel gününe sakladı. Görülmemiş bir yerden gelmek usta işi bir gelmektir. Zen ustası, oradan, kıtlık ve savaştan, bunların bir yer adı kadar yerleşik, birleşip petrol olalım düşüncesi kadar eski, bitkisel, ölü ve bugünlerde herkese farklı gülen toprağın insan sureti kadar mekan dışı olduğu oralardan geliş o geliş buldu kendini.

16 .
Yaşayan camcı, numaratörlü tesbihini bir hükümet daha ilerletirken diafondan gelen sesle irkildi. Senin taptığın, benim ayağımın altındadır mı diyordu ne diyordu. Altın lafını duyar duymaz, satanik bir ürperme geldi. İçindeki köpekbalığını güvenle izliyordu. Kat kat aşağı indi, yeryüzünü mitolojide mahallenin en güzel kızı tırnağıyla kazmaya başladı. Bişey yapmadım edasıyla ellerini kaldırmış milyon yıl öylece bekleyen ağaç buldu. Teoride mümkün, pratikte yerin dibine geçmiş bir yaşam. Manzara kapatırken Allahından bulan uçaklar buldu. Pire için yorgan. Bir ceviz çuvalı. En altta bir çift göz.

17 .
Zen ustası, yığıldı kaldı. Patlayan bir silikon tabancası.


28 Mart 2015 Cumartesi

yaşanmış zen hikayeleri I / İpek Mecit


Zen Ustası Şöyle Bir Baktı
1.
Bunlar devirli arabalar beyim, sıcak sıcak bineceksin dedi. Cehennemi soruyordun, izle madem: Kalbinden bir ekmek koparıp uzattı (veriyormuş gibi yapıp geri çekti veriyormuş gibi yapıp geri çekti). Ekmek zordur Selinay. Ekmeği kuşlar bile tanıyamıyor.

Ağzında sakızıyla kara kuru bir kuş geçti dükkânın önünden. Az ötede, kimsenin, birinin, kendi kendinin spor sayfasına yenmiş bir zeytin çekirdeği gibi düştü, yığıldı. Selinay utanmıştı. 2,5 liraya alıp ikişer ikişer yuttuğu tasarım harikası sakızlardan utandı Selinay. Ölünün başında bekleyenler, kara kuru kuşun içinden geçiyordu aslında. Ölünün sonunda, akşam oluyordu.

2 .
Zen ustası, Selinay'a beyim diye hitap etmişti. Sezai Karakoç ise bayım diye hitap etmişti. Hadi zen ustası cahil diye düşündü Selinay. Zen ustası para mı vardı da okula gitsin? Gitti it gibi çalıştı işte zen ustası diye düşündü Selinay. Zen ustası, ilkokuldan sonra okulun ve caminin çeşmelerinden su içmeye gitti. Bir gün, dükkâna devrimli arabaları getirdiler. Şapkalı a'lı adam, usta bunlara bir el at, para filan sıkıştır (döviz yasaktı), vidasını gevşet, aklını al, lastiklerinden çocuk parkı yapılmış hüzünlü trenler gibi üz bunları usta, gözünü seveyim. Bizim ülkemizde iki başbakan vardır. Biri sevdiği insanları kesip dağıtır. Diğeri sevmediği insanları kesip dağıtır. Şimdi bu arabalar çalışırsa, Allah sevdiği kulunu yanına alırmış hesabı, bu cennet vatanı alır götürür uzaklara…


3.

Allah, Türkiye'yi içten içte seviyordu.

4.
Kara kuru kuş, zen ustasının yanında işe başladı. Sabahları atlara su varıyordu, yoncacık gagasının alabildiğine suyla, anahtarlarını istemeye istemeye bırakan müşterilerin sımsıkı bağlandığı atlara öğlenleri ve iyi akşamları da su veriyordu kara kuru kuş. Günde 2,5 liraya çalışan Çinli oyuncaklar gibi, günde 2,5 liraya çalışıyordu. Selinay, ağzında sakızıyla dükkânın önünden geçti. Az ötede, devrilmiş birkaç araba üzerine tartışan adamlar, cam tavanın azizliğine uğrayıp göçtüler. Zenci usta, asıl elleri ile yaptığı melemeni, spor sayfasına, köyde bir enstitü edasıyla kurdu. Yemekten sonra, Selinayın içinden dırı rı rı rı rı rı rı rıım diye bir şarkı geçti. Kara kuru kuşun en sevdiği şarkı. Cam tavada yemek bittiğinde, altındaki sayfanın tamamını okumuş oluyordu zen ustası. Cam tava, ustanın bilgeliğini döktürmek için en çok kullandığı metafordu. Ayna ve plastik de iyidir aslında. Ama cam sağlıklıdır, yıkaması da kolaydır. Cam, görmeyle ilgilidir. Selinay'ın buralarda dolanması da bununla ilgilidir. Selinay (1982-?) , görünmez olmak, görünmezliğin imkânlarıyla zengin olmak ama tüm bunları mantıklı ve inandırıcı sebeplerle izah etmek isteyen bir insandı (özünde iyi bir insandı).

5.
Japon sanatından çıkmış bir hali ile GO oyunu, masaya oturdu. Atla başlamak isteyen Selinay'ın aksine, oyun kara kuru kuşla zen ustası arasında geçiyordu. Oyun, patlak vermişti. Zavallı beyaz taş, ustanın çaresiz bakışları arasında, kuşun midesini boyladı. Bir kuşla karşılaşmanın en duygusal yanı, kuşun sizi ekmek zannetmesidir. Kara kuru kuş, 30 yıldır 2 kyu seviyesindeki ustanın taşlarını lokum gibi öğütüyordu. Usta, japonya gibi düşünmeye başlamıştı. Kuşun kıyıda köşede kalmış bir taşını bulup pearl harbour niyetine saldıracaktı. Tahtanın Selinay’a bakan tarafında, bir taş bekliyordu. Usta, parıl parıl gözlerle taşı süzdü. Taşın yalnızlığı, ustanın gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçti. Zen ustası, o an, yalnızlıktan taş kesildi. Kara kuru kuş, atlara su, sigara ve don-atlet götürdü. Atlara döviz vermek yasaktı.

6.
Selinay, görünmezliği elde ettikten sonra ne yapmalı?
a- banka soymalı
b- milli piyangonun kendi biletine çıkmasını sağlamalı


7.
Dükkanda işler iyi gitmiyordu. Ustanın yenilgi günlüğü habire doluyordu. Kuru kuş, milletin lastiğini indirme işine girdi. Bir dükkanın önünde belli bir amaç için toplanmış kalabalık, millet olmuştur. Bu türden bir millet, ustaya köşeyi döndürtebilirdi. Selinay, banka soymaktan vazgeçti. Çünkü ele geçirdiği paraları hiçbir zaman kullanamayacaktı. Paraların üzerindeki resimleri herkes tanıyordu. Parayı uzatır uzatmaz, yakayı ele verecekti. Bi dakka Yunus Emre değil mi bu, hırsız var! diyerek üzerine yürüyeceklerdi.

8.
Bostan sahibi, ille de cevizlerim tutturdu. Milli piyango, bilet sahibine çıkmıştı.

İpek Mecit

27 Mart 2015 Cuma

Rakı'ya Dair

Büyük Harfle ve Kesme İşaretiyle

Ahmet Hamdi Tanpınar ta Parislere gittiğinde ve biçare kaldığında der ki, bütün mesele şarabın Rakı'nın yerini tutamamasında ve balıkların ızgara yapılmamasında.

Tanpınar için Rakı (evet, Rakı'yı büyük harfle yazıyoruz ve kesme işaretiyle ayırıyoruz, icap ettiğinde.) Adana ve dostlar demektir. Tabi ki Adana dememiş, İstanbul demiş, bunu bir kalender affa sığınarak Adana yaptım. Üstat beni anlamıştır.

Tanpınar, Rakı içmenin 3 maddelik manifestosunu da yazmış. Şöyle bir şey:

1) Rakı en iyi içkidir.

2) Her akşam değilse de haftada iki defa içilmelidir.

3) Domates salatası, balık, kavun, beyaz peynir, biraz çiroz. Daha fazla meze zararlıdır!


Paris'teyken şöyle yazar bir mektubunda:

"Bazen diyorum kendime, her şeyi bırak, dön memlekete, milletle bir kadeh Rakı iç, anlat anlatacağın şeyleri. Bas küfürleri sonra tekrar Paris'e gel... O masa meğer bulunur şey değilmiş."

Tanpınar, tüm romanlarında meselelerin çoğunu uzun Rakı sofralarında tartışır. Ne iyi. [Bakın, Marlon Cahit Uzungece de böyle yapar. Kim mi o? Tarihteki ilk Adanasporlu dedektif ve roman kahramanı üstelik! Yetmez mi?]

"Sakın kederini çoğaltmak için içme, kederini dağıtmak için iç." der geçer Sahnenin Dışındakiler'de.

Tabi bu aralar keder dağıtmak için sıkça Rakı masası kurmamız gerekecek anlaşılan.

Zaten bu hava da bana tam da Rakı havası gibi geliyor birkaç zamandır. İyi mi?

Kaynak: Rakı Ansiklopedisi/Handan İnci

21 Mart 2015 Cumartesi

Huzur'u Okuma Kılavuzu

1.Ayrıntıyı ayırmak: ...gözü, arabacının elinde tuttuğu meşin kırbacın ucundaki mavi boncuklarda...

2.Not tutmak: Mümtaz, kiracıyı arıyor bu arada bir mahalleye gidiyor çocuklar görüyor Nuran konak baba hatırası...

3.Kendini "Tanpınar Efkarı"na bırakmak: ...bir daha hayatına girmemenin keskin ve yenilmez acısıyla ona hatırlattı.

4.Derin sularda yüzmeye kalktığını bilmek: "Bu garip ruh hali Mümtaz'da senelerce devam edecek, her adımda..."

5.Tasvirli, nitelemeli uzun cümlelere hazır olmak:

6.Anlatı ormanlarında gezintiye razı olmak:

7.Mekandan, roman zamanının derinliklerine doğru gitmeyi göze almak: ...

8.Yekpare bir zaman olmadığını anlamak:

9.Bir ölümün arkasında bir türlü doldurulamayan uzun bir boşluk olduğunu algılamak:

10.Karıştırmamak: "Fakat Mümtaz, artık gündelik işleriyle içindeki Tanrı düşüncesin karıştırmak istemiyordu."

17 Mart 2015 Salı

aynen

Dedim, hava güneşli ama pek soğuk. Titreyerek dedi, aynen öyle.
Dedim, sen de üşüyorsun o zaman. Onayladı. Dedi, aynen öyle.
Dedim, memleket bu aralar böyle. Çaresizdi ne yazık ki. Dedi, aynen öyle.
Dedim, keşke iki çorap giyseydim. Ayaklarına baktı. Dedi, aynen öyle.
Bunu, “ben de” der gibi kullandın değil mi dedim. Anlamadaki beceriksizliğimi yüzüme vurmadan dedi, aynen öyle.
  • Dedim, geceleri daha da soğuk
  • bir de sahte kömür olunca
  • şehir de fena öksürüyor dumandan.
  • Tebessüm etti,
  • dedi aynen öyle.
Bunlar bedava kömürden oluyor galiba. Dedi, aynennn öyle.
Dedim, seçimden kalma sanırım. Dedi, aynen öyle, aynen öyle.
Dedim sen de yakıyor musun evde öyle. Biraz mahcup, dedi, yav aynen öyle.
Dedim, dumansız hava sahası ihlal ediliyor ama. Hiddetlenmişti. Dedi, aynen öyle.
  • Dedim kış bitince soğuktan
  • ve dumansız hava sahasının dumanlarından kurtuluruz.
  • Umutlandı memleket için.
  • Dedi, aynen öyle.
Dedim, keşke sigara kadar o kömürle de savaşsak. İğdiş edilmiş bilinçlere adeta tokat atarak  dedi, ayyynen öyle.
Dedim, durum vahim, dolar uçtu borsa sıçtı. Duruldu. Dedi, aynen öyle.
Dedim, bunu son zamlar için dedim. Başını salladı elleri boş ceplerinde. Dedi, aynen öyle!
Dedim, belimizi büktüler. Sövmedi ama dedi, aaaynen öyle.
  • Dedim, sohbet ne güzel gidiyor.
  • Memnun memnun, dedi, aynen öyle.
  • Dedim, fakat tıkandık bir yerde.
  • Kahkaha atarak
  • dedi, ayneeen öyle.

Dedim, havalar gibi takım da kötü gidiyor. Üzüldü, dedi aynen öyle.
Dedim, sanırım yine sağlam bir sezon yok. Yarasını deşmiştim, dedi, aynen öyle.
  • Dedim bir de hakemler…
  • Kesti lafımı,
  • dedi aynen öyle.
  • Sürpriz bir hamle yapıp 
  • yeni bir cümle ile küfretti,
  • bu kez ben sazı aldım,
  • dedim aynen öyle.
Sonra sustuk. Susmak için susmadık, ‘aynen öyle’ler yorgun düştüğü için sustuk.
Dedim, iyi ki ‘aynen öyle’ var. Başını salladı bilgece, dedi aynen öyle.
Dedim, eskiden üç yüz beş yüz kelimeyle konuşuyoruz diye yakınıyorduk, şimdi iki kelimeye düştük. Türkçenin bu son hali için kahroldu adeta, ağlamaklı dedi, aynen öyle.
  • Onu daha fazla üzemezdim.
  • Ben gideyim artık,
  • sağlıcakla kal dedim.
  • Dedi, aynen öyle.
  • Bunu, “sen de” anlamında kullandın galiba dedim.
  • Kıt anlayışıma sitem ve çokanlamlılığa bir saygı duruşuyla
  • dedi, aynen öyle!
Mahcup olmuştum.
Anlam-yorum gücümü geliştirmek için biraz daha okumalıyım dedim giderken. Aynen öyle dedi. Bunu “ben de” anlamında değil, halime üzülerek, “geliştir kendini evladım” anlamında, evet git oku vurgusuyla söyledi.
Mırıldandım, aynen öyle, ile.
  • Ve kişisel gelişimimin kapılarını
  • açmıştım ben böyle.
Ne dediğini duyar gibi oldum, zihnimin içinde yankılanan bir elektrosaz sedası ile:
aayy-neyn-neyn-neynnn ööyyle-le-le-le…

24 Şubat 2015 Salı

özlem

Yine bilmediğim bir köyde, ne aradığımı bilmeden dolaşıyordum…  yoruldum dedi yaşlı  teyze, çapaladığı bahçenin kenarındaki yüksekliğe otururken…  Tülbentine yüzünün terini silip, uçlarını birer omuzundan arkaya doğru attı. “Ama geçer”,  gülümsedi “geçmeyen bir tek yorgunluk vardır;  o da özlemin yorgunluğudur…” O an yanına iliştim…  Durup düşündüm hayata dair  en yorucu  duyguyu  gerçekten de özlemdi…  Ta derinlerimden sarsarak  geldi  bu cevap…
“Bazen alışırsın varlığına kuş  tüyü  gibi hafif gelir, hatta varlığını unutur onunla bütünleşip yaşarsın. Bazen bıkarsın ağırlığından, altında ezilmekten, taşımaktan, hareketini kısıtlamasından, adım atamamaktan, dizlerinin dermanını kesmesinden, kurtuldum deyip, en başa dönmekten bıkarsın…”
Bana Sisifos’un kayasının özleme bürünmüş halini anlatıyordu… Sessizce dinlemeye devam ettim…
O kayayı balyozla parçalamak, en tepedeyken olanca gücümle fırlatmak istediğim anları sustum…
“Dinmeyen özlemler, dinmeyen öfkeler doğurur…” dedi… biliyorum deyemedim…  hatta,  mantığım devre dışı kaldı… Yorgunluk ve bıkkınlığın hissettirdiği yılgınlıkla davrandım… bırakın etrafımdakileri ben beni  tanıyamadım. Bin kere bunu yapar mısın diye sorsalar bin kere yapmam deyeceğim şeyleri, ardı ardına yaptım… Son diyerek,  aradım, bu son deyerek yazdım, bu son deyerek  bekledim…Sonlar sonlara karıştı…
 “En çok da kokusunu özlersin…”  dedi. Kokusu oksijen kadar gerekliydi dedim içimden;öyle hissetmiştim. Boynuna bir kere kollarımı dolayıp, kokusunu içime çeke  çeke öptüm  mü  tüm dertlerimin biteceğini, sonrasında doya doya nefes alabileceğini sanmıştım…
Bunlar içimde devinirken, yüreğimi yakan sorular  belleğimde şimşek gibi çaktı. Cevabından korktuğum sorular şimşeğin çakışıyla aydınlanan gece kadar ürkütücüydü. Bu kayayı  neden tek başıma taşıyorum? Birlikte yaşananın acısını niye bir başıma çekiyorum? Bu bir yanılsama mıydı?.. Yanlış soru doğru  cevaba gitmez derler ya…  sorular başkaysa ve ben o soruları bilemiyorsam ya da bulamıyorsan… Kayayı yuvarla dur…
Zaman yalnızlığımın içinden  tüm hışmıyla akarken, teyzenin sözleriyle irkildim
“Sen tükenirsin , özlem tükenmez. İvazsız bekleyiştir özlem…  Törpülendiğinle kalırsın…”
Sen çok mu özlem çektin teyze dedim… Derin bir ah çekti… 
“Eskiler de sevmek ayıptı, söylemek zaten mümkün değildi. O zamanlar öyleydi, neylersin…  Komşu oğluydu… Köyde evlerimizin kapıları bir bine bakardı... Komşuluklar şimdiki gibi değildi, sıkça bir bir evine girip çıkardık… Onu gördüğümde heyecandan elim ayağıma dolanırdı… Bana bakmasından ne kadar utanıyorsam bir  o kadar da hoşuma gidiyordu… Yanaklarım al al olurdu…  O zamanlar sevmek, konuşmak demekti, bakışmak demekti…  Bir yolunu bulup, bahçeye birlikte gidip geliyorduk…  Onunla yan yana yürüyebilmek için kadınlarla bahçede çalışacağıma erkeklerin taşıdığı sepetleri taşıyordum… Onunla bir adım daha fazla atmak için karda tipide ormana  odun yapmaya gidiyordum… Bir sefer yolda bir fırtına bir tipi tuttu bizi, adım atmak mümkün değil, korkuyoruz, üşüyoruz… Ne zaman diner bilmiyoruz, yola devam etsek yanlış yöne gideriz derdi var… Bir ağaca yaslandık, bekleyelim dedik… Açtı parkasının düğmeleri sardı bana, ömrümü ömrüne ilikledi sanki, ne kokusunu ne sıcaklığını hiç unutmadım Ömrüm orada biteydi hiç gam yemezdim… değil karı fırtınayı soluk almayı unutmuştum… Bizi hiçbir şey ayıramaz sanırdık… O askere gitti, beni istemeye geldiler. Tabii ne sorar oldu bana ne söyleyen, söz kesildi… benim elim varıp yazamadım, kimse de söylememiş…  Düğün günü baktım gelmiş… Uzaktan tebrik etti… Ben kanlı yaşlar  döktüm…” Gitmem” demiş “o düğüne, gidersem onu alır çıkarım.” Büyükler demiş ki el var ar var… Gideceksin bir görünüp çıkacaksın… Mecbur kalmış . Eskiler de her şey zordu ama sevmek en zoruydu… Düğünden  çıkıp bahçelere gitmiş saatlerce toprağa kapanıp ağlamış… ”
Ben teyzeye mi ağlıyordum, kendime mi bilemeden ağlıyorduk… İkimiz iki gözü iki çeşme… 
“Bayramlar bize azap oldu… Birbirimizi görmek, usulen bayramlaşmak zorundaydık… Birbirimize küs değildik biz feleğe küsmüştük… Özür dilemesi gereken oydu… … İkimizin de ne suçu vardı ne de yapabileceği. Bana kalsa yanında birisini görmektense onu ömür boyu görmemeyi yeğlerdim”
Gözlerinin kızarışından anlıyordum; konuştukları lavdı; sustukları mağma.
Yüzündeki çizgiler acılarının kitabesi gibi; derin, uzun ve yoğun… ufuk çizgisine bakarak konuşuyordu sanki bana değil de orda birisine anlatıyordu. biz kıyı şehrindekiler kaybettiklerimizi hep ufuk çizgisinde ararız...
“Ben yorganı başıma her çektiğimde onun kokusunu aldım… Yorganı başına çektiğinde kimin kokusunu burnuna geliyorsa aşk onadır özlem ona” dedi, usulca kalktım yanından
Koku…Özlem…Aşk!
Aysun Tirgil

8 Şubat 2015 Pazar

futbol bazen futboldur

Uçun Kuşlar Uçun
Hakan,  Adanaspor - Osmanlıspor maçındaydı. Maçın 87. Dakikasında 1-1 olan maç beni hiç ilgilendirmiyordu. Ona bir şey söylemek için aradığımda maçta oluşu söylemek istediğimi söylemem için maçın bitmesini beklemem gerektiğini…gerektiğini…düşündürdü.
Ona şamanlarla ilgili yazdığı kasideyle ilgili bir şey söylemek istemiştim. Neyse…
Kendime döndüm. Evde Hakan’ın sahada izlediği maçı televizyonda açtım. Adanaspor’un yenmesini istemem sakın futbolla ilgili olduğum anlamına gelmesin.
Kendime döndüğümü annemin doğum günüm için aldığı bir şişe 70’lik Jack Daniel’s bittiğinde anladım. Evdeki grip olanları, nezlelileri uyur kabul edip yavaşça dışarı çıktım. Express Kipa’ya yaklaştığımda iki çalışanın tahta bankta sigara içip müdürü çekiştirdiklerini beni görünce kısılan seslerinden anladım. Annemin aldığı viskiden sonra Kipa yeni bir JD getirmemişti. Sorduğumda; gözlerini bilmiyorum dercesine belerten raf işçileriyle karşılaştım. Kipa üniformalarına bürünmüşlerdi. Onları seviyordum ama onların yüzünden sevmediğim bir pezevengin büfesine gitmek zorunda kaldım.
Ben hırlı mıyım? Hiç alakası yok. İki yüzlü sırıtkan bir tavırla hem de nakit; bir JD ve sigara ve bir bitter çikolata aldım. Son paramdı. Bizde böyledir parası azalanın zamparalığı tutar. Büfeden çıktım. Bizim sokağın başında Cabbar’ la karşılaştım. Sigara istedi. Haydar Dümen’i    (HD) açtım, ikram ettim. Baktım gözü şişede. Şişenin kapağını açtım. Cebinden çıkardığı Paşabahçe su bardağına göz kararı viski koydum. Bir dikişte içti. Ben de şişeden bir fırt aldım. Göz göze geldik. Bardağını doldurdum, iyi geceler deyip ayrıldım. Eve kimseyi uyandırmadan girdim. Salonda herkesten uzakta, ücra bir köşede Ecesin’in doğum günüm için aldığı Rakı Ajandası’na yazmaya başladım. Ne çok sevenim vardı diye düşünüp duygulandım. Gözümden sarhoş bir damla bıyığıma takılana kadar aktı.
“Ben aslında yavşak biriyim. İbnelik ruhumda var. Asıl sevdiğim Neva olmasına rağmen Selma ile ilişkimin sürmesi için ne kadar aşağılık alttan alma, sessiz kalma, yalan dolan hepsine baş vurdum…Yalnız kalmaktan korkuyorum. Kendimle ilgili bir sürü tanımlamayı sizinle paylaşırken dürüst olmadığımı düşünmenizi istemem. Selma Neva’yı  biliyor. Neva da Selma’yı biliyor. Neva ne beni ne de Selma’yı umursamadığı için; ona hava hoş.”
Dünya dünya olalı bu aşk meşk işleri böyle; sen onu seversin o seni sevmez, seni de sevmediğin biri sever. Romanlara konu olmuş bu üçgen döngünün ben…ta örekesine su taşıyayım. Alkolün dönüştürdüğü küfürler aklımı almadan uzun bir mola verdim. Televizyonun karşısına geçip şebelek durumunda TRT sanatçılarını dinledim. Mavi balon kıvrımında bir kadın ve masa örtüsü desenli ceket giymiş bir erkek düet yaparken kanun çalan sanki zamanı tırmalıyordu.
Geç olmasına rağmen yalnızlığımı anlatmak için Hakan’ı aradım. Alo demeden ağlayarak açtı telefonu.
“Onu çok sevmiştim. Her şeyimi anlattım. Acılarımı, sancılarımı, sevinçlerimi paylaşmıştım. Beni hayal kırıklığına uğrattı…”
Gayri ihtiyari ne yaptı diye sordum.
“ Bana rüyalarında hiç uçmadığını söyledi.”
“ Bunu söylerken ciddi miydi?”
“Evet. Rüyasında hiç uçmamış.”
Bir şey söylemeden telefonu kapadım. İçime düşen garip yalnızlık hissini perçinleyen “rüyalarda uçmayan kadın” imgesi bir “angelus novus” gibi kafama battı.
Hemen Hakan’ı aradım.
“ Niye olumsuz düşünüyorsun. Belki de o uçmayan, uçmayı önemsemeyen, uçmayı gerek görmeyen bir melek.”
“Uçmayan meleğin ben ta…”
Yatma zamanı gelmişti. İyi geceler dilemeden uyuduğumuzu umuyorum.

M.BÜLENT BİNGÖL